Radyo, Televizyon, Gazete, Dergi, İnternet…
Genel olarak bu kitle iletişim araçlarını bir kelimeyle dile getiriyoruz:
“MEDYA”
‘Medya’ kavramı, Latince kökenlidir ve 'Medium’ kelimesinin çoğuludur.
Orta, ortam anlamındadır.
Bir ara TRT Eğitim Dairesinde, yabancı ülkelerden gelen kursiyerlere, temel prodüksiyon eğitimi verirken, medyanın işlevlerini şu klasik ifadelerle anlatırdım:
“Arkadaşlar Radyo ve televizyonun dört temel işlevi vardır biz bunlara  (İngilizce)
Education, Entertainment, Information, Advertisement diyoruz.
Yani, eğitmek, eğlendirmek, haber vermek ve ürün tanıtımı yani reklam…”
Ne güzel, derli toplu bir bilgi değil mi? Kulağa da ne güzel geliyor…
Peki doğrumu?
Ne yazık ki hayır!  
Bu gün böyle bir bilgi keşke doğru, medya da bu kadar masum olabilseydi…
Artık medyanın temel iki amacı var:
Medya araçlarını kullanarak para kazanmak,
Savunduğunuz fikirleri, ideolojiyi, inanç sistemini; başkalarına benimsetmek için onları ikna etmek.
Yani istediğiniz doğrultuda insanları yönlendirmek.
Yani manipüle etmek…
Manipülasyon Latince kökenli, Fransızca bir kavramdır.
Bir insanı, toplumun belli bir bölümünü ya da tamamını, gerekirse yalan söyleyerek, yanlış bilgi vererek, gerekirse baskı altına alarak davranışlarını, eğilimlerini, fikirlerini, kararlarını değiştirmek…
Genellikle de siyasi tercihlerini ve kararlarını…
Hatta biraz ileri gidelim; Beyinlerini yıkayıp kendi amaçları için kullanmak…
Peki bu tamamen olumsuz olarak mı anlaşılmalı?
İnsanların en önemli iletişim alanlarından biri de sanat.
Sanatın aydınlatıcı, eğitici, iyi bir insan, iyi bir yurttaş olmaya yönlendirici bir işlevi olduğuna dair şüphemiz yoktur.
Sanat insanı güzel duygularla donatır, inceltir, yüceltir.
İnsanı insan yapan en önemli faaliyetlerden biridir.
BBC’de aldığım bir eğitim esnasında bir hocamın bu konudaki ifadesinden çok etkilendim ve bir daha da unutamadım:
“ÖYKÜNÜZLE ARANIZA HİÇ BİR GERÇEĞİN GİRMESİNE ASLA İZİN VERMEYİN!” 
Bu cümleyi duyduğum anda,  nedendir bilemiyorum;  Aklıma Amerikan sinemasının, Holywood’un meşhur Nazi filmleri geldi…
Çocukluğum, gençliğim bu filmleri izlemekle geçti…
O dönemlerin filmlerini anımsamaya çalışın:
İkinci Dünya Savaşı… Naziler Avrupa’nın büyük bölümünü ele geçiriyor, her yeri kasıp kavuruyor…
Özellikle de Almanya’da yaşayan Yahudilere inanılmaz işkenceler yapılıyor, toplama kamplarında soğukla, açlıkla, dayakla terbiye ediliyorlar.
Daha sonra da çıplak biçimde hangarlara doldurularak meşhur Zyklon B gazı (Hidrojen Siyanür) verilerek toplu olarak öldürülüyorlar.
Çok fazla film ismiyle boğmak istemem ama  “Schindler’in Listesi” (Steven Spielberg),  “Piyanist” (Roman Polanski),  Hayat Güzeldir (Roberto Benigni) son zamanlardaki Nazi vahşetini çarpıcı bir biçimde anlatan filmlerden bir kaçı. Daha o kadar çok var ki…
Doğrusu bu filmleri izlediğinizde, her bir Alman vatandaşını zalim, gaddar, katil, işkenceci olarak görmeye başlıyorsunuz.
Ancak üniversite eğitimim esnasında okuduğum psikoloji ve Sosyoloji kitaplarından öğrendiğim kadarıyla sadistlik, acımasızlık; toplumsal değil, kişisel bir özellik.
Ama ideolojiler ve öncü liderlerinin yönlendirdiği fanatik müritler, ne yazık ki duygularını kaybederek acımasız birer robota, ölüm makinesine dönüşebiliyorlar.
Dün soykırıma uğramış bir cemaatin bugün başka bir cemaate soykırım uyguladığını düşünürsek; aslında manipülasyonun aynı zamanda nasıl etkili bir canavarlaştırma aracı olduğunu da görürüz.
Yani kısacası;  Hangisi gerçek? Kimin gerçeği?..
Medyayı, sanatı, sinemayı, edebiyatı ustaca kullananların gerçeği...
Eğer hakikatin ne olduğunu anlamaya çalışıyorsanız onu televizyonun penceresinde, radyonun hoparlöründe, beyhude aramaya çalışmayın!
Evinizin perdesini aralayın, penceresini açın:
Çok renkli değil belki…    Ama gerçek orada işte…  Sokakta…