Sabah saat 10 gibi Ankara Radyosu’na geldim...
O zaman “Şeker Mikrofon” adında bir program yapıyoruz.
Sevilen,  izlenen bir program..
Bir de ben program içinde bir “öykü-dizi uydurmuşum ki, dinleyiciler merakla ne olacak diye ertesi günü bekliyor.
Dizi-öykünün adı: “Kenar Mahalle Kızı Ayten”
Ayten, babası seyyar pilavcılık yapan, kentin varoşlarında yaşayan yoksul bir ailenin kızı...
Taksici bir sevgilisi var...
Ara sıra kaçamak yaparlarken babasına yakalanıyor,
Evde hır gür, sürüp gidiyor...
Program saat 12.00 da başlıyor ama, benim elimde bir metin bile yok…
Program her gün dört - beş metin yiyen bir canavar adeta..
Program ortağım Adnan Ülger (Allah Rahmet eylesin) birkaç metin yazmış.
Ama majör bir konu,  büyük bir metin daha lazım..
Allahım! Aklıma bir şey gelmiyor...
Daha yazılacak, aşağıya inip denetlenecek  ve yayına yetişeceğiz..
Daktiloya kağıdı taktım; o arada gözüme rahmetli Adnan’ın sigara paketi ilişti...
Rahmetli Parlament içerdi... (Her türlü sigara sağlığa zararlıdır!)
Sigara Paketinin üzerine baktım; Mavi bir gökyüzü, sanki dev binaların olduğu büyük bir kent çağrışımı yapıyor…
Resme bir daha baktım, baktım; ve başladım yazmaya...
“Manhattan’ın  ünlü 16. Caddesinde üstü açık kırmızı bir Cadillac ilerliyordu.
Vitrinlerden süzülen ışıkların cadillac’a yansıdığı noktalar ışıl ışıl parlıyordu. 
Yakışıklı centilmenin yanındaki güzel sarışının saçları, arabanın rüzgarından hafif hafif dalgalanıyordu.
Otomobil yüksekçe bir apartmanın önünde durdu…
Fötr şapkalı yakışıklı centilmen, güzel kadının kapısını açtı ve apartmandan içeri girdiler…
….
Kolsuz bluzu ve tayyörüyle adeta moda dergilerinden fırlamış gibi duran kadın, balkon demirine ellerini dayamış New York’u seyrediyordu.
Saçları muntazam traşlanmış, yakışıklı genç adam, elinde iki kadeh  içkiyle geldi. 
Sarışın içkisinden bir yudum aldı ve gözleri gökyüzünün maviliklerine daldı…
Tam o sırada ay buluta girdi, hafifçe esen serin bir rüzgar kadının içini titretti…
Centilmen erkek hemen ceketini çıkararak kadının omuzlarının üzerine koydu.
Oturdular…
 Kadın, başını erkeğin omuzuna koyarak gözlerini kapattı…
Altmışlı yılların masum aşklarından biri daha gecenin maviliğinde uykuya daldı.
Bu sırada aşağıda, caddeden acı acı sireni çalan bir ambulans geçiyordu…
Sallanarak yürüyen iki yaşlı adam köşeyi dönüp kayboldu…
Aşk, ölüm ve mavi gece,  New York’ta bir araya gelmiş, kenti boyuyorlardı.
Hava ağır ağır aydınlanırken çöpçüler gecenin anılarını süpürüp New York’u yeni güne hazırlamaya başlamışlardı bile…”
….
Metni bitirdim, diğer metinleri de alarak koşarak denetime indim;
Adnan arkamdan bağırdı: “Tembel herif… Hep yumurta gelince tabii…
Denetçi metni okudu:
“Ergin sen Amerika’ya ne zaman gittin?”
“Ben Amerika’ya hiç gitmedim abi…”
“O zaman bu kadar yalanı nereden uyduruyorsun?”
Hayretle yüzüne baktım:
“Benim işim bu! Yalan uydurmak!”
…..
Evet! Ben Amerika’ya hiç gitmedim... Gitmek de istemem.
Benim hayallerimde yaşattığım bir Amerika’m var zaten…
Eğer onu orada bulamazsam hayal kırıklığına uğrarım.
Diyelim ki gittim; ‘Satchmo’nun  (Louis Armstrong) Trompetinin büyüleyici sesi kulaklarımı okşayacak mı?
Bir New Orleans akşamında Mısır tarlasından Blues söyleyerek dönen, siyahi,  isyankar  tarım işçileri duruyorlar mı?
Banjosunu sırtına asmış, atlı arabasıyla  kasaba kasaba gezen sokak çalgıcıları hala orada mı?
Dans salonlarında hala Samba, rumba, pasadoble, swing, Charleston,  Rock and Roll yapılıyor mu?
Daha önce de söyledim:
Öykülerimle arama gerçeklerin girmesine müsaade etmem…
Benim New York’umun  masum Mavi Geceleri var…
Sigara paketinin üzerinde olsa dahi…