Ergin Erenoğlu
Ben müziğin türüne çok bakmam.
Onun ortaya çıktığı toplumsal ortam, talep eden kitlelerin ne yaşadıkları, ya da o müzikte ne buldukları daha önemli.
Bir şarkı, türkü her ne kadar bir sanat eseriyse de;
Bir toplumsal hadisedir aynı zamanda.
Belki şarkıdan da öte bir feryat, bir çığlıktır..
Yaşadıkları sıkıntıyı, hüznü, hasreti , çaresizliği dile getirdikleri bir çığlık..
Müziğin türünü tartışabilirsiniz;
Ama yaşattığı duygunun, dile getirdiği sıkıntının sahiciliğini tartışamazsınız.
60’lı yıllarda Türkiye’nin kırsal kesiminden Batı Avrupa’nın sanayileşmiş ülkelerine, özellikle de Almanya’ya doğru büyük bir işçi göçü başladı.
Anadolu’da geçimini sağlayamayan insanlar, ellerine bavullarını, kafalarına hayallerini alarak yola çıktılar.
Çoğu, bir trenin penceresinden annelerine, babalarına, eşlerine ve çocuklarına son kez el salladılar.
Bir kısmı bir daha hiç dönmedi.
Bazıları çelik bir tabutun içinde döndüler.
Fabrikalarda, madenlerde çürüyen ciğerleri, nefesleri, sağ salim dönmeye yetmedi.
Hayalleri başlarına yıkıldı..
Ya da başka kadınlar, başka erkekler girdi araya..
Gidenlerin de, geride bıraktıklarının da kendilerini ifade edebilecekleri tek bir yolları vardı: Şarkılar..
Ama şöyle, ama böyle…
Yalnızca Almanya’ya mı?
Karnını doyurabilmek, çoluk çocuklarının nafakasını temin etmek için Doğudan, Anadolu’dan İstanbul, Adana, İzmir gibi vilayetlere de sürekli göç oldu..
Büyük umutlarla geldikleri büyük bir kentte çoğu tükendi..
Büyük kentin baş döndüren hızı; sahte aşklar, pavyonlar, kumar, her türlü üç kağıt; saf Anadolu gençlerini silidir gibi ezdi, öğüttü, yok etti...
İşte Ferdi Tayfur bu atmosfer içinde doğdu..
Adana’nın ‘Hürriyet’ adlı bir kenar mahallesinde..
Komşuları genellikle Güneydoğu’dan Çukurova’ya çalışmak için göç eden tarım işçileriydi..
Babası bir toprak ağasının yanında ırgattı.
Ferdi Tayfur henüz çocuk yaştayken babasını vurdular, öldürdüler..
Yoksulluk, acılar, çaresizlik içinde kendisine yol bulmaya çalışan bir yetim
Yaşadığı tüm bu olumsuzlukları kime fatura edeceğini bilememek ve boşluğa doğru haykırmak..
Şarkıyla çığlık arası bir şey…
Büyük kentte kaybolan, yok olan insanlara şahit, onlara ses olmak.
Onların kalplerinde hissedip bir türlü dile getiremedikleri duygularını müzikle tercüme etmek…
Türü neydi çok önemli değil..
Ama hepsi hakikiydi ve karşılıkları vardı..
Ve gelinip de bir türlü geri dönülemeyen sıla hasreti…
Bir gün çok para kazanıp geri döneceğiz.. Sevdiklerimize kavuşacağız, sevinç içinde dans edeceğiz…
“Hadi gel Köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim…”
Ama olmadı.. Bırak sağ salim dönmeyi, cenazeleri bile kavuşamadı köylerine…
Tıpkı Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları” şiirinde anlattığı, gurbetçi Ali’nin bir kahve köşesindeki hayatı gibi…
“Ali masanın üzerinde yatıyor yüzükoyun;
Sırtı yarılmış gömleğinin,
kumral başı bileklerinde.
Recep bağırdı :
“Burası sabahçı kahvesi mi, otel odası mı be!”
“Delikanlı uyan!”
Ali kımıldamadı.
“Sana diyoruz!”
Ali kımıldamadı.
Ali cevap vermedi Recep’e.
Tuttu delikanlıyı Recep, çevirdi arka üstü.
Ali’nin başı düştü.
Ali çoktan ölmüştü.”
Kimsenin ziyaret bile etmediği kimsesizler mezarlığında, baş taraflarına çakılan bir kazığın üzerindeki bir numaradan ibaret kaldılar.
Adlarına bir türkü yakıldı ya da yakılmadı…
Öyküleriniz ne kadar hazinse, şarkılarınız da o kadar kederlidir;
Hayatınız ne kadar karmaşıksa, şarkılarınızın türü, çeşidi de o kadar karmaşıktır..
Ben o yüzden Müziğin türüne çok bakmam..
Yüreğimde kanayan yaranın sızısına bakarım.
Huzur içinde uyu Ferdi Tayfur…