Siz hiç 7 saatlik yola gitmek için 22 yıl beklediniz mi? Ben bekledim. Daha doğrusu beklemişim. Çocukluğumda Isparta’nın bir ilçesinden, bizden 6-7 yaş büyük olanların yürüyerek Antalya’ya gittiğini, o yıllarda Yenişar bucağındaki bir kuyuya düşen genç kızın cesedinin, Manavgat taraflarında bulunduğunu duymuştum.

Şener Mete
Antalya’yı televizyonda ilk kez 31 Ocak 1968 günü gördüm. Türkiye’de televizyon yayınının başladığı o gün, tamamı 1 saat 20 dakika süren yayın içindeki 12 dakikalık programın adı, “Antalya Ormanları” idi. 
22 yaşıma geldiğimde, ilk görev yerim olan Antalya’ya ilk kez gittim. Bir kış günü Akdeniz Seyahat’in gece 24.00 otobüsüyle Bucak ilçesi’ni geçince, Çubukbeli’nin daracık virajlarından kıvrıla kıvrıla indiğimiz dağların ardıydı. 15 gün önce tayinimi öğrendikten sonra “Burası Orta Dalga 337 metre TRT Antalya Radyosu” anonslarıyla dinlemeye başladığım radyoda, Bucak’tan ve Çubukbeli’nden söz eden programlar yayınlanmıştı. “Çekemedim akça kızın göçünü/ Bırak döğsün sırma saçlar döşünü/ Gülüver de görem mercan dişini/ Yol ver bana Çubuk beli geçeyim” türküsünü hatırlarken, kısa süre sonra bu türkünün derleyicisi Cevat Uyanık ile tanışıp dost olacağımı bilmiyordum.
Sabah 7.30’da Şarampol semtindeki terminale indiğimde, yumuşak ve limon kolonyası kokulu bir havanın içinde taksiye bindim. Antalya’da nereye gidersen git, taksi fiyatının 10 lira olduğunu öğrenince epeyce şaşırdım. O akşam, her yerde satılan muzu görünce yemek yemekten vazgeçip 2 liraya aldığım 1 kilo muz ile karnımı doyurdum. Ertesi gün Antalya’yı tanımak için ilk gittiğim yer, Kaleiçi idi ve denize nazır bir çay bahçesinde 25 kuruşa satılan çayı keyifle içtim.   
Evliya Çelebi de 1600’lü yıllarda geldiği Antalya’yı şöyle anlatmaya başlamış: “150 Müslüman, 150 kefere kale neferleri vardır. Kalesi, Adalya körfezi sonunda minare yüksekliğindeki bir kaya üstünde kavisli şekildedir. Etrafı 4.400 adımdır.” 400 yıl önce kale içine sıkışan Antalya, 1970’li yıllarda, başından sonuna kadar 3 saatte yürünebilecek kadar büyümüştü. 2024 yılında ise havaalanından Şarampol caddesine tramvay ile ancak 1 saatte gelebiliyorsunuz. 1978 yılında günde en fazla 2 Ankara uçağının kalktığı ve pisti bomboş olan Antalya Havalimanında, günümüzün her saatinde bir insan seliyle karşılaşıyorsunuz. Havaalanından şehri boydan boya kat eden tramvay, son derece temiz ve konforlu. Kale içine yakın bir yerde inip nostaljik tramvaya bindiğinizde, ayrı bir keyifle Konyaaltı’nın başına kadar gelebiliyorsunuz. Burası, Kenan Evren Caddesi olmadan önce, sol tarafı deniz olan daracık bir yoldu ama yolun sağında yüksek ve gösterişli apartmanlar yapılmıştı. Zeki Müren’in bile dairesinin olduğu bu apartmanlar günümüzde de bütün haşmetiyle duruyor. Bu caddedeki ünlü Barbaros Çay Bahçesi de konumunu koruyor. Denizin başında, namlusunu Kıbrıs’a doğrultmuş bir top anıtı vardı. Eskiden bahçeye çok sayıda genç gelirdi, şimdi gelenlerin çoğu, o yılların gençleri… 45 yıl önce buraya, belediye orkestrası gelip konser verirdi. Bu konserlerden birinde, orkestradaki klarnetçinin limon yiyen gençleri görünce üflemekten vaz geçtiğini hatırlamak da ayrı bir anı parçası… 
Varyant sözünün bir anlamı, yoldan ayrılıp tekrar o yolla birleşen yoldur. Yani, tâli yol. Türkiye’de yaygın söyleyişi olan iki varyant vardı, biri İzmir’de, diğeri Antalya’da. Her ikisi de tepeden denize doğru kavis çizerek iner. Yani halk arasında varyant, tali yol değil, tepeden kavis çizerek aşağıya doğru inen yol olarak kullanılır. Antalya’da Konyaaltı’nın başından plajlara inen yola varyant denirdi. Dolmuşlar bu varyanttan inerdi. Şimdilerde oradan araç geçmiyor. Eskiden varyantın başında oturup seyredilen denize, bir asansörle inebiliyorsunuz. Ama varyantın başladığı yer, Antalya Arkeoloji Müzesi’nin de bitim noktası. Bu büyük müzenin bahçesi bile ayrı bir müze sayılır. Sergi salonları, geze geze bitmiyor. Tümülüslerden günümüz paralarına kadar, tarih içinde yolculuk yapıyorsunuz. Tanrılardan imparatorlara, lahitlerden ikonalara kadar Antalya bölgesinin tüm geçmişi burada. TRT Antalya Radyosu’nda müze ile ilgili pek çok program yapıldı. Bu programlarını bir bölümünü, Nuri Erkal hazırladı. Onun programını seslendirmek ayrı bir keyif idi çünkü Türkçeyi çok güzel kullanırdı. Prodüktör Nuri Erkal, bir köye telefon açıyor. Orada bir çiftçiyle tarımla ilgili röportaj yapılacak. Spiker olarak da yanında beni götürüyor. Araçla yola çıkıyoruz. Kemer kavşağında, asfalt yoldan şoseye dönüyoruz. Epeyce gidip birkaç tepe geçtikten sonra gideceğimiz köye ulaşıyoruz. Prodüktör, yolda bana köyün özelliklerinden bahsediyor, orada yetişen ürünleri anlatıyor. İşin zor taraflarını soracağız çiftçiye…  Bir saatten uzun bir süre sonra köye varıyoruz. Fakat röportaj yapacağımız kişi yok… Acil işi çıkmış, şehre gelmiş… Telefon olmadığından da bildirememiş. Peki ne yapalım, dönecek miyiz? Hayır… “Ahmet Ağa olmazsa Mehmet Ağa olur” diyor prodüktör ve bir başka röportaja başlıyor. Biz, tarımla ilgili röportaj yapacakken, karşımızda tarımsal konuda konuşmayı becerebilecek kişi olmayınca, konu ‘bu köyde düğünler nasıl yapılır’a geliveriyor. Düğün dernek konusu açılınca da köylüde lâf bitmiyor. Röportaj yapılacak kişi birken ikiye, üçe ve beşe kadar çıkıyor. Böylece bir başka program için güzel bir malzeme yakalıyor prodüktör. Tarım konusundaki röportajı ise daha sonraya bırakıyor. Çaylar kahveler içiliyor, bir dostluk başlıyor ve tekrar gelinmek üzere vedalaşılıyor.
Atatürk’ün dediği gibi “Şüphesiz dünyanın en güzel yeri Antalya”, 1980’lerden sonra farkına varılan bir şehirdir. Bunda ilk etken, Belediye Başkanı Selahattin Tonguç’un 1978’de yüzlerce aileyi getirip Varsak civarında yer tahsis etmesi. ikinci etken ise TRT’dir. TRT Antalya Radyosu prodüktörlerinin Isparta-Burdur-Denizli ve Afyon’u dolaşarak yaptığı programlarda anlattıkları Antalya, TRT Antalya Haber Müdürlüğü’nün geçtiği bölge haberleri, festival haberleri, Altın portakal haberleri, turizm haberleri, 1990’da kurulan TRT Turizm Radyosu’nun yayınları tanıtımda son derece etkili olmuştur. 
Antalya, turizmin ve tarımın içiçe olduğu şehirdir. Çok güzel piyazı da olan kuru fasulyesi de ünlüdür. Eskiden garsonlar yemekleri sayarken, ‘Milli yemek kuru fasulye’ derlerdi. Vaşington portakal da ilk kez Antalya’da üretildi. Bilirsiniz ki ABD’nin Başkenti Washington’da portakal yetişmez. Ankara gibi sert bir iklimi vardır. 1950'lerde ABD'den portakal fidanı getirilmiş ve Antalya bölgesine dikilmiş. O portakal fidanları, bölgeye çok iyi uyum sağlamış, mükemmel ürünler vermiş. Fidanlar Amerika’dan geldiği için başkentinin hatırına vaşington portakalı demişler…  
1980’den 2024’e, “Bir şehir bu kadar kısa sürede bu kadar mı büyür?” sorusunun cevabını Antalya’da görüyoruz.  Alanya’dan itibaren yol boyu yüzlerce oteli arkanızda bırakıp giderken, yazın araç trafiğinden adım atamıyorsunuz.