Tarihimizde Demokrat Parti'nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanarak tek parti iktidarına son vermesi, kimi çevrelerce “Beyaz İhtilal” olarak değerlendirilir. Hemen ardından haziran ayında Kore’de çıkan savaşa Birleşmiş Milletler, üye ülkelere asker gönderme çağrısında bulunur.
Mehmet Ali Yılmaz
DP, bunu NATO’ya girmek için bir “fırsat” olarak görür ve ABD’nin ardından ikinci ülke olarak üstelik de TBMM kararına gerek duymadan asker gönderme kararı alır. Bu kararla girilen savaş, uzun yıllar sürecek baskıcı yönetim için bulunmaz bir gerekçe olur. Malum, bu yönetim anlayışı, 27 Mayıs 1960’ta istenmeyen bir biçimde sona erer.
Kore’ye asker gönderilmesine dönemin ana muhalefet partisi CHP’nin kararın Meclise getirilmeden alınmış olması dışında pek bir itirazı olmamıştır. Bu karara tek ciddi itiraz, başkanlığını Behice Boran’ın yaptığı Türk Barışseverler Cemiyeti'nden gelmiştir. Cemiyet, kararın anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle TBMM’yi olağanüstü toplanmaya çağırmış, ardından bir bildiriyle durumu kamuoyuyla paylaşmıştır. Dönemin hükümeti, bunu “Moskova ağzıyla konuşmak” olarak görmüş, dernek yöneticileri ve üyeleri gözaltı, tutuklamalar ve çeşitli hükümlerle mahkûm edilmişlerdir.
O dönem yurt dışında olan Nâzım Hikmet’in Barışseverler Cemiyeti üyelerinin başına gelenleri anlattığı “Fatma, Ali ve diğerleri” oyunu ile “Kore’de ölen bir askerimizin Menderes’e söyledikleri”, "Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?”, “23 sentlik asker” şiirleri o dönem açısından simgeseldir. Tabii, buna 1951 Tevkifatı’yla tutuklanan ve zulümle geçen yedi yıllık hapis hayatından kalma arazları yaşamının sonuna kadar taşıyan “Kore dağlarında tabakam kaldı/Mapus damlarında özgürlüğüm!” diyen Enver Gökçe’yi eklememek olmaz.
Nâzım Hikmet’in ABD Dışişleri Bakanı Dulles’ın Fransız askeri için günlük sekiz sent ödenirken Türk askerinin aylık yirmi üç sentle NATO’ya sağlanan en ucuz asker olduğunu söylemesi üzerine, ona hitaben yazdığı “23 Sentlik Askere Dair” şiiri ile “Kore’de Ölen Bir Yedek Subayımızın Menderes’e Söyledikleri/Diyet” şiiri birçoğumuzun hafızasında hâlâ tazedir. Menderes’e hitaben “Gözlerinizin, ellerinizin, bacaklarınızın ikisi de yerinde Adnan Bey...” diyerek başladığı şiirini şöyle bitirir:
“...
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.”
Kore’ye asker gönderilmesine ilişkin Türkiye kamuoyunda bilinenler özetle bunlar. Doğrusu, İbrahim Balaban’ın Kore Savaşı konulu 1955 tarihli ‘Özgürlüğe Saldırı” isimli tablosunu görünceye kadar benim de bildiğim bundan fazla değildi. Büyükçe sayılabilecek 98x66 ölçülerindeki, resimde itirazın göstergesi sayılan dikey biçimli eserin alt kısmında tepeden sadece kaskları ve ateşlenmiş silahlarıyla görünen askerler, Kore’ye zorla girdikleri gibi giriyorlar tabloya. Sert çizgilerle çizilmiş kurşun yollarının hedefinde insanları, balıkları, kuşları, ağaçları ve deniziyle rengârenk koca bir hayat var. Koyu renklerle betimlenmiş askerlerle kurşunların hedefi coğrafya arasındaki denizde kayık içindeki insan iskeleti, İkinci Dünya Savaşı’na gönderme olduğu kadar o günlerde konuşulan olası Üçüncü Dünya Savaşı tehdidine de dikkat çeker gibi. Denizler üstündeki bu “kara tabut” Nâzım Hikmet’in aşağı yukarı aynı tarihlerde yazılmış Japon Balıkçısı şiirini de hatırlatmakta bir yandan. Sıcak-soğuk, koyu-açık renk ve fırça darbeleriyle yaratılmış gerilim tablonun geneline hâkim.
İbrahim Balaban, 1955, Özgürlüğe Saldırı; Artopia Sanat Galerisi
Siyasal tarihimizde şiirin yeri, geçmişi bizde daha yeni olan resim sanatına göre, bir toplumsal muhalefet aracı olarak daha eski ve derin. Dönemin koşulları dikkate alınacak olursa Balaban’ın bu eseri, sanatçının cesareti ve duyarlılığına işaret ettiği kadar, tarihsel değerde aynı zamanda. Eser, herhangi bir yerde sergilendi mi- sergilenmedi mi ya da sergilendiyse ne tepkiler aldı, bilmiyoruz. Ancak 1960’tan sonra, Balaban’ın da üyesi olduğu Yeni Dal Grubu sanatçılarının eserleriyle birlikte giderek resim sanatında da toplumsal-siyasal konulara ilginin arttığını görüyoruz ve karşılığında zaman zaman ağır bedellerin ödendiğini de. Azalan artan bir seyirde devam etse de bu ilginin 1980 sonrasında ülkemiz ve dünya sanatında giderek hâkim hale gelen kültür endüstrisinin öne çıkmasıyla tersine döndüğünü de biliyoruz.
Rüzgâr ne yöne eserse essin ya da piyasa nereye giderse gitsin kalıcı olanın “Sanat, yaşantının izdüşümüdür.” diyenlerin anlayışı olduğunu unutmamak gerekir. Sanatında da hayatında da hep aynı çizgide, “Şair Baba”sının izinde yürüyen Balaban’ın anısına bir kez daha saygıyla.