Bizden önce girer yatağa bu musibet, koynumuza almadığımızdan emin olduğumuz gün, kıyafetlerimize bulaşır. Kendince bir salgındır; hatta başkalarından da bize geçer. Sileriz geçmez, yıkarız çıkmaz, öyle enteresan bir sevimsizlik abidesidir kaygı.
Şems Hür
Kaygı, maalesef insan olmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Geleceği düşünmek, olasılıkları değerlendirmek ve risklere karşı tedbir almak gibi hayatın doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar. Ancak günümüzde, bu doğal duygu, kontrolsüz bir şekilde büyüyerek pek çok kişinin hayatını şekillendiren bir gölgeye dönüştü. Kaygı, artık sadece bir duygu değil; bir yaşam biçimi, bir düşünce tarzı, hatta kimlik halini aldı.
Kaygının temelinde, çoğunlukla geleceğe dair belirsizlik yatar. İnsanoğlunun, kendini tanımaya başladığı dönem itibariyle ‘sorumluluk’ duygusu gelişir. Toplumsal bir varlık olmamız hasebiyle, bu sorumluluk önce çekirdek ailemizin öğütleriyle başlar; gitgide sosyalleşir ve olgunlaştıkça bize özgüleşme sürecine girer. Devir değişirken, kaygıya dair sorunlar da evrilir. Örneğin; günümüzde genç nesillerimiz, ekonomik istikrarsızlık, iklim değişikliği ve sosyal sorunlar gibi önemli zorluklarla karşı karşıya. Bir diğer taraftan “Ya başarısız olursam?”, “Ya bir şeyler ters giderse?” gibi düşünceler, insanları zihinsel bir hücreye hapsediyor.
Teknoloji, hayatlarımızı kolaylaştırırken, aynı zamanda, sürekli bağlantıda kalma zorunluluğu getirerek, kaygıyı tetikleyen bir unsura dönüştü. Telefonlarımızdaki bildirimler, e-postalar ve sosyal medyada gördüğümüz sanal mükemmellikteki hayatlar, kendimizi sürekli bir yarışın içinde hissetmemize neden oluyor.
“Herkesin bir adım önde olduğu” algısı, bireylerde yeterli olamama hissi yaratmakta. Oysa ki kontrol edemediğimiz olaylar üzerine endişelenmek, enerjimizi ve üretkenliğimizi boşa harcamaktan başka hiçbir işe yaramıyor.
Dolayısıyla kaygıyı, aslında çözülmesi gereken bir sorun değil, yönetilmesi gereken bir durum olarak düşünmek bize farklı kapılar açacaktır.
Biz, adını yeri gelir vesvese koyarız; başka bir gün kuruntu olur, ama aslında kaygının çoğu, aklın ‘gelecekte kaybolmasından’ kaynaklanır. Şu anki anın farkına varmak, bu duyguyu yönetmenin ilk adımıdır. Meditasyon veya nefes egzersizleri, farkındalık kazanmak için etkili yöntemler olsa da asıl konu zihinde olduğu için, kişinin idealleri ve istekleri noktasında, beklenti seviyesini mütevazi tutabilmesi, süreci yönetmeyi kolaylaştıracaktır. Hangi durumlar üzerinde etkili olabileceğinizi belirlemek, gereksiz endişelerden arınmanıza yardımcı olur.
Kaygı, genellikle insanı izole eder. Ancak dostlarınızla ve ailenizle paylaşmak, bu duygunun etkisini azaltabilir. Samimi bir sohbet, kaygının ağırlığını hafifletebilir.
Fiziksel aktivite, beynin kimyasını olumlu yönde etkilediği gibi, kaygıyı azaltmak ve zihinsel sağlığınız için de harika bir yatırımdır.
Kaygı, hayatın kaçınılmaz bir gerçeği. Ancak onu bir düşman olarak görmek yerine, hayatımızı daha iyi yönetmek için bir işaret olarak değerlendirebiliriz. Kaygı, bize ‘neyin önemli olduğunu’ ve ‘neyin değişmesi gerektiğini’ gösterebilir. Kaygıyı tamamen yok etmek değil, onunla barışık bir ilişki kurmak önemlidir.
Her fırtına bir gün diner, dolayısıyla kaygının gölgesinde kaybolmak yerine, onunla dans etmeyi öğrenebiliriz. Çünkü en karanlık anlar, en parlak ışıkları yaratır.
Bizler, kaygının gölgesinde yaşamaya alışmış varlıklarız. Modern hayatta sayısız imkan ve olumlu olasılık varken, zihnimizi daracık dertlere ve kaygılara sıkıştırmak yerine; bu hayatın doğasını anlamak ve geçiciliğini kabul etmek, kaygıdan özgürleşmenin anahtarı olabilir.
Cemal Süreya’nın da söylediği gibi:
“Artık hayallerim suya düşecek diye kaygılanmıyorum. Çünkü onlar düşe düşe yüzmeyi öğrenmişler.”