Saydam bir çizgi vardır aralarında, bizi biz yapan unsurların bağlayıcısı, beşeri doğamızın rehberleridir her biri. İyi veya kötü, kibar ya da kaba, yapıcı değil yıkıcı gibi zıtlıkların da başlangıç noktasıdır.
İnsan, kendini anlamak ve varoluşunu tanımlamak için binlerce yıldır bir aynaya bakar. Ancak o aynadaki görüntü her zaman berrak değildir. Gurur, kibir ve ego, bu aynanın yansımasında insanın kendini nasıl gördüğünü ve çevresine nasıl yansıdığını şekillendiren kavramlardır. Peki, bu üç kavram arasındaki fark ve insan doğası üzerindeki etkileri nelerdir?
Gurur, insanın kendi başarılarına ya da değerlerine duyduğu olumlu bir duygudur. Sağlıklı bir gurur, insanın kendine olan saygısını besler. Dolayısıyla gurur için kişinin kendisine saygısının bir çeşit ifadesidir diyebiliriz.
Bir zanaatkârın eserine, bir öğrencinin başarısına ya da bir ebeveynin çocuğuna duyduğu gurur; insanın öz değerini güçlendiren bağlar olarak örneklendirilebilir.
Gurur çok eski zamanlardan bu yana, erdemin bir parçası olarak görülmüştür. Kişi değerini bilmeli, ancak bu değeri abartmamalıdır. Gurur, doğru ölçüde tutulduğunda insanın içsel barışını sağlar; Ancak gurur, bir sınırı aştığında kibirle karışabilir ve başkalarını küçümseyen bir tavra dönüşebilir.
Kibir, gururun gölgesidir.
Kibir, insanın kendini başkalarından üstün görmesi ve bu üstünlüğü sürekli vurgulama çabasıdır. Kibirli bir insan, kendi eksikliklerini görmezden geldiği gibi çevresindeki insanları ise tamamen eksik/yetersiz görür. Bu durum, hem bireyin hem de toplumun zararına çalışır. Çünkü kibir, ilişkilerde empatiyi ve anlayışı yok eder.
Tarih boyunca kibir, insanın en büyük zaaflarından biri olarak görülmüştür. Tasavvufta kibir, insanın yaradana olan bağlılığını unutarak kendini ilahlaştırması olarak tanımlanır. Benzer şekilde, Nietzsche kibri “güç yanılsaması” olarak niteler ve insanın trajedisini yaratan bir unsur olduğunu söyler.
Egonun statüsü ise biraz farklıdır. Bizim onu nasıl değerlendirdiğimize bağlı olarak, aslında kimlik ve dengenin arayışı olarak düşünülebilir. İnsanın benlik algısını temsil eder.
Ego, kim olduğumuzu, neler yapabileceğimizi ve sınırlarımızı belirler.
Entresandır, çoğu zaman, bir koruma mekanizması olarak çalışır. İnsan, hatalarından dolayı suçluluk duymamak veya başarısızlıklarından etkilenmemek için egosunu devreye sokar. Yerinde ego, bireyin kendini tanımasına ve sosyal hayatın gerekliliklerini dengelemesine yardımcı olur. Ancak kontrolsüz bir şekilde büyüdüğünde narsisizm ve bencilliğe dönüşerek, bireyin kendini kandırmasına neden olabilir.
Velhasıl kelam bu tuhaf üçlü, insanın varoluşunu anlamlandırmak için kullandığı araçlardır. Ancak bu araçlar doğru kullanılmadığında, insanı hem kendinden hem de çevresinden uzaklaştırabilir. Kibir, insanın benliğini yükseğe taşırken onu yalnız bırakır; kontrolsüz ego, gerçeklikle olan bağını koparır. Hani o yiyemediğimiz yediremediğimiz gurur hali var ya… İşte o da, gururun kendi ayağına taktığı en büyük çelmedir. Geciktirir, kavuşturmaz, görmez, farketmez derken ket vurur mutluluğa.
Ego ve kibir, insanoğlunun kendini bulma yolunda bir engel, gurur ise ölçülü olduğunda bir kılavuzdur. İçsel huzuru bulabilmek, insanın gerçek değerini de ortaya çıkarır.
Bu noktada aslolan, tevazu ve dengedir. Kendimize saygı duyarken başkalarını küçümsememek, başarılarımızla gurur duyarken, onları kibir kisvesine dönüştürmemek gerekir. Zira insan, ancak kendini ve başkalarını olduğu gibi kabul ettiğinde huzura erebilir.
Unutmamamız gereken, gurur, kibir ve ego arasında gidip gelen bizlerin, aynaya baktığımızda kendimizi tanımamız gerekliliğidir. O aynada gördüğümüz şey, yalnızca başarılarımızın değil, erdemlerimizin ve hatalarımızın da bir toplamıdır. Bu farkındalık, bizi hem kendimize hem de başkalarına karşı daha adil kılacaktır.
Mevlânâ şu çağrıyı yapar:
“Damla denizden kopunca kurur gider. Ey insan, damla olduğunu unutma ki deryaya ulaşasın.”