Hayat, sürekli bir algılama, görme ve anlamlandırma çabasıdır. İnsan, çevresini duyu organlarıyla algılar; görür, duyar, dokunur ve koklar. Ancak bütün bu duyuların kusursuz olduğunu düşünmek aslında yanıltıcıdır. Kör nokta, bu kusurların belki de en somut örneğidir. Bilimsel açıklamasına baktığımızda özetle; Gözümüzün arkasındaki optik bir sinir, görüntüyü beyine taşırken, küçük bir alanıda boş bırakır. Biz o alanı fark etmeyiz, çünkü zihnimiz onu başka birşey ile doldurur.
Şems Hür
Peki ya hayatımızdaki kör noktalar?
Fiziksel kör noktalarımızın olduğu gibi, düşüncelerimizin, duygularımızın ve değer yargılarımızın da kör noktaları vardır. Bunlar bireysel önyargılar, sınırlı bakış açıları veya bilinçli olarak görmezden geldiğimiz gerçekler olabilir. Bazen, bir fikir ya da insan hakkında kesin yargılara varırken, neyi göremediğimizi sorgulamayız. İşte bu, kör noktaların en tehlikelisidir: Başkasına teşhis koyarken emin olduğumuz bilgimiz, aslında farkında olmadığımız cehalet kabının içindedir.
Kör noktalarımız, aynı zamanda kim olduğumuzun bir parçasıdır. Zihnimiz, karmaşık dünyamızıanlamlandırmak için sürekli çalışır; ancak bu süreçte kaçınılmaz olarak bir şeyleri dışarıda bırakır.
Filozoflar, bu sınırlı algının bilincinde olan insanın, hakikate daha yakın olacağını savunurlar. Sokrates’in “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, aslında kör noktalarımızı kabul etmek üzerine bir davettir. Bu kabul, hakikate yaklaşmanın ilk adımıdır.
Modern dünyada kör noktalar, sadece bireysel değil, toplumsal bir boyut da taşır. Günümüzde medyanın, siyasetin, mezhepleşmenin veya popüler kültürün yönlendirdiği toplumlar, bazen kendilerine gösterilenle yetinir. Düşünceler, tek bir bakış açısıyla şekillenir ve çoğunlukla sorgulanmaz. Bu toplumsal kör noktalar, kutuplaşmayı artırır, empatiyi zedeler ve hakikatin önünde bir perde oluşturur.
Kör nokta pozitif/negatif farketmeksizin, hedefe kilitlendiğinizde ya da mevzilenmiş beklentilerinize odaklandığınızda dahi risk unsuru olarak ön plana çıkmaktadır.
Herkesin her gün, her daim bir kör noktası bulunur. Mesele bu kör noktanın getireceği riskleri minimize edecek bir ek kaynak, içgüdü ya da hissiyat yaratabilmektir. Merkezi savunma mekanizmamız ve yaradılışımız bu duruma zaten hazırlıklı olmasına karşın, egolarımız, inanışlarımız, alışkanlıklarımız ve pek tabii vurdumduymazlık meyilimiz, bu güce ket vurur.
Peki bu kör noktaları nasıl aşabiliriz?
Belki de ilk adım, kör noktalarımızın varlığını kabul etmektir. İnsan, göremediğini fark ettiğinde, bir başka göz aramaya başlar. Bu göz, başkasının bakış açısı, bir gazete, bir kitap, bir sanat eseri ya da farklı bir deneyim olabilir.
Kör noktamızın sınırına yaklaştığımızda, orada duran boşluğu dolduracak bir hakikat ararız. Ancak bu, cesaret ister. Çünkü kör noktayı doldurmak, bazen kendi doğrularımızı da sorgulamayı gerektirir.
Sonuç olarak, kör noktalar, insana eksikliğini ve sınırlılığını hatırlatan bir unsurdur. Göremediğimizi kabul etmek, hem alçakgönüllülüğümüzü hem de öğrenme arzumuzu besler.
Kör noktalarımız, hatalarımızla birlikte bizi biz yapan ayrıntılardır. O yüzden belki de kör noktalarımıza birer fırsat olarak bakmalıyız. Görmeye çalıştığımızda, onların bize göstereceği çok şey olabilir.
Herkesin ‘belki’si olur; Olacaktır. Amaç bu belkiler başkalaşıp, keşkeleşmedikçe, hamle yapabilmek olmalıdır.
Kör noktalarımızı görmek ve onların ötesine geçmek, önce kendimizi değiştirmekle başlar. Çünkü hakikat, insanın kendinde başlar ve tüm dünyayı kuşatır.
Mevlânâ’nın şu güzel sözlerini hatırlayalım:
“Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün ise bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.”