"Hemşerim sen nerelisin?" ile başlar muhabbet. Çok eski ve bol çeşitli bir kültür hazinesine sahip olmamıza karşın, toplumumuzun 10’da 9’u nedense olduğu gibi değil de olmak istediği gibisinden bir örüntüyle başlar hikayesine.

Şems Hür

Hani milli bayramlara yakın bir tarihte bu soru sorulduysa, Selanik göçmenlerinin sayısı kayda değer şekilde yükselir. Ege’ye yerleşen, hemen Egeli olur. Köylü şehirli, şehirli bir anda köy ağası olur. Konu anlam veremeyerek, sorgulanarak ecdada yüklendikçe, iş gönüldenleşir. Köken realiteden inanışa, beklentiye doğru evrilir.

Ne kimse göründüğü gibi olur, ne de kimse olduğu gibi görünür. Kendince dönüşür iş, ‘bence’leşir.

Peki bunun altında yatan ana sebep sizce nedir? Ego kademeleri mi, yetersizlik mi, kendini yetersizleştirme mi? Yoksa hepsinden öte, zihindeki yansımanın herşeye yetkin olup, adım atma aşamasında basiretsizleşmesi mi? Benim bakış açımda bunun karşılığı betimlemedir.

Kişi kendini tanımlama şansını bulmuşken, bunu mümkün olan en ideal senaryo ile sunma eylemindedir. Bu bağlamda, kendi öncelikleri ve idealleri noktasında, kendini betimlemeyi konfor alanı olarak belirlemek en kolayıdır; çünkü kendince güzel olanın, daha etkileyici olduğu hissi, oldukça güçlü bir ‘güdü’dür.

İnsanların bir toplum ya da kültürde ne şekilde kabul gördükleri ile o toplumda nasıl davranışlar sergiledikleri arasında yakın bir ilişki vardır.

Örneğin, biz toplum olarak egzajere (abartma) ve ajitasyon (acındırma) temellerinde dans etmeyi çok severiz. Amiyane tabirle, bu kavramlardan ‘ekmek çıkar’ diye düşünürüz. Abarttıkça yüceleceğimiz, acındırdıkça ilgi göreceğimize dair güdü ise malesef köpük gibidir; nedense besleyici görülür ama kimseyi doyurmaz.

Dolayısıyla, basitçe hemşehrili olduğunu bilmeden, aslında belki bir hamili kart vasfı yakalamak, samimiyet noktası bulmak amaçlı başlayan, özünde devrik bir soru, daha ilk tanışmada, yüzde 50 fanteziye dayalı bir temelle olgunlaşmaya çalışır.

Bizler de bu şekilde, adı üstünde ‘yarım yamalak’ iletişememeye başlarız. Fantezilerden senaryolara, senaryolardan doğaçlamalara, doğaçlamalardan bambaşka sonuçlara evrilir sohbetlerimiz. Samimiyet arttıkça sofralarda ‘senin bu yüzünü hiç görmemiştik’ şaşırmaları başlar.

İnsanı tanımaksa mesele, doğru yanıtları bulmanın anahtarı doğru soruları sormaktan geçer. Kilit noktaları açığa çıkarabilmek için de, yola doğru anahtarla çıkmak gerekir.

Oysaki karşımızdakinin nereli olduğunun ne önemi var? Sorulacak onlarca soru, paylaşılacak onlarca bilgi, öğrenilecek tonlarca fırsat varken. Zorlasan akraba çıkacağın bir ecdad sorgusuyla kapı açmaya çalışır insanlar. Adem oğlu, adem kızı, güneşten doğan, topraktan gelen, enerjisi bütünleşen, din kardeşi v.s. adını ne koyarsanız koyun, eninde sonunda hepimiz insanız. İlla akraba, eş, dost çıkmadan da samimiyet kurabilme kabiliyetimiz olmalıdır.

Peki nedir kıssadan hissemiz? Biriyle tanışmak için önce kendini tanımalı, sonra da doğru tanıtmalıdır insan. Sen ne kadar dürüst olursan, karşındaki de bu yola sürüklenir. Soruyu boş merkezli bir samimiyet vesikasından başlatmak yerine, basitçe ‘Nasılsın’ ile başlatmakta sakınca yoktur. Tanıştığın ortamla sohbeti renklendirip, o noktaya nasıl gelindiği ile ilgilenerek, parça parça ortak noktayı bulmayı deneyebilir; bir de Böyle düşünebiliriz ;)