24 Saat Gazetesi’nin ilk sayfasını açıp baktığınızda, baştan aşağı pek çok unvan görürsünüz. Sıradan okuyalım: Eski Başbakan Yardımcısı, Aile Hekimi, RTÜK Üyesi, Prof. Sarı, Şehit Anaları Derneği Başkanı, Eski İstihbarat Daire Müdürü, BM Genel Sekreteri, Aşık Veysel… Bu unvanlar ve daha fazlası diğer gazetelerde de bulunur.
Şener Mete
Unvan; kişinin mesleğini, eğitimini veya görev gibi aidiyetini belirtir. Örneğin kaymakam, doktor, öğretmen, müdür, terzi, birer unvandır. Gazeteciler Cemiyeti Başkanı da Türk Dil Kurumu Başkanı da TRT Spikeri de Hacı veya âlim sıfatı da unvan kavramına girer.
Bugün, bir zarfa “Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, Ankara” diye yazsanız, o zarf doğrudan Sayın Nazmi Bilgin’in eline ulaşır. (Bu cümlede Sayın sözü de bir unvandır.) Yıllar önce TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu Mithatpaşa Caddesinde iken rahmetli spikerimiz Ersin İmer, Almanya’dan gelen bir mektubu göstermişti. Tam yerine gelen zarfta aynen şöyle yazıyordu: “Ersin İmer, sipiker – Türkiye.” Unvandan adresi bulmak deyince, bu örnek aklıma gelir.
2011 yılında basılan TDK Sözlüğünde unvan için san yazılmış ve o maddeye gönderilmiş. San maddesine bakacak olursanız, ’Bir kimsenin işi, mesleği veya toplum içindeki durumuyla ilgili olarak kullanılan ad, titr’ deniyor.
22 Ocak 1900 günü basılan Kamus-ı Türki’ye bakacak olursanız daha farklı bir tanım bulursunuz. Bunların ilki ‘bir kitap veya dergide bulunan makalenin adı, başındaki yazı, serlevha’ olarak tanımlanıyor ki benzer bir tanım TDK’nin 2023 baskılı Türkçe Sözlüğü’nde de ikinci anlam olarak mevcut. Unvanın ikinci anlamı için aynen şöyle yazıyor. “Bir adama tevcih olunan mektup vesairenin başında, o zatın hâl ve mevki ve memuriyetini ve rütbe ve elkâbını mübeyyin olarak yazılan yazı.” Bu tanımda önemli bir ayrıntı var. O da mektuba yani eski posta hizmetlerine ait.
500 yıl önce yazılan bir mektup nasıl gönderilirdi? Tabii ki posta güverciniyle. Osmanlı’da Mısır’dan getirilen posta güvercinleri kullanılmış ilk yıllarda… 16. yüzyıla kadar Osmanlıdaki iletişim sistemiyle ilgili olarak elimizde çok fazla kaynak yoktur ama ilk dönemlerde ulak denilen görevliler eliyle haberleşmenin yapıldığını görüyoruz. Metin Reis’in, Osmanlı'nın lojistik gücüyle ilgili yazdığı kitapta, “Ulaklar önceleri Kırım Tatarları arasından seçilir ve atlı olarak hizmet verirlerdi. Kendilerine mahsus elbise ve kalpakları vardı. İstanbul'da 300 Tatar ve her valinin maiyetinde 50 Tatar bulunurdu. Tatarların reislerine Tatar Ağası denirdi. Posta Tatarları, devletin bir ucundan ötekine yılmadan haber ulaştırır, yol boyu menzillerde at değiştirerek süratle yollarına devam ederlerdi. Tatarlar at değiştirirken bile atlarından inmezdi. Gece gündüz at sürer; atın üzerinde yemek yerlerdi. Böylece devletin en uzak mesafelerine kısa bir müddet zarfında haber göndermek mümkün olurdu. Tatar ulaklar, İstanbul'dan Edirne'ye 2 günde, Şam'a 12 günde, 2.300 kilometre uzaklıktaki Bağdat'a 14 günde ulaşıyordu” denilmektedir. Doç. Dr. Nesimi Yazıcı’nın ‘Tanzimatta Haberleşme ve Kara Taşımacılığı’ adlı makalesinden öğrendiğimiz kadarıyla Tatarların güzergâhları üzerinde Menzil adı verilen noktalar bulunurdu. Menzillerdeki görevliler, Tatarın yiyecek ihtiyacını karşılar ve bölgeye gelen mektup varsa alıp, sahibine ulaştırırdı. Sultan 1. Abdülhamit, 1785 yılında Tatarları ‘Tâtâran Ocağı’ kurarak yeniden teşkilatlandırdı. Daha sonra Sultan İkinci Mahmut, İstanbul’da kurduğu Posta Nezareti ile yurt çapında posta merkezleri oluşturmuştur. Anadolu ve Rumeli’de 1868 yılında 258 Posta Merkezi vardı. Bu iş için 250’den fazla beygir beslenirdi. Mektupların sahiplerine ulaştırılması için de zarfların üzerine doğru isim ve adres yazılması gerekecekti.
Mektup zarfları ilk olarak 1839 yılında kullanılmaya başlanmış. Daha önce mektuplar bükülüp kırmızı bir mühür basılarak gönderilirmiş. İşte burada unvanlar önem taşımaktadır. Eski mektupların zarfları günümüze ulaşmamıştır ama Tahrir defterlerinden kişilerin adlarını ve unvanlarını öğrenebiliyoruz. Meselâ o yıllarda bizim olan Bosna’ya ait bir tahrir defterinden, ‘Mehmed oğlu Abdi, sipahi, Merd-i Kal’a, Hersek’ adresinden, mektup zarfının üzerinde yazılan doğru adresi çıkarabiliyoruz. Ama giden mektupların bir kısmının ‘Cami imamının eliyle’ veya ‘bakkalın eliyle’ yazılarak önce bir başkasına verildiği malûmdur. Tabii bazen de adres yerine ‘Caminin karşısındaki yeşil evin arkasından giden sokağın üzerindeki üçüncü kerpiç ev’ biçiminde çok detaylı bir mevki yazılabiliyordu. Elbette soyadı olmadığından, zarflarda unvan yazılması zorunlu oluyordu. Yoksa falan köyden Ali diye yazsanız, birçok Ali bulabilirsiniz. Bu yüzden insanlar unvanlarıyla ya da lâkaplarıyla bilinirdi. Bu unvanlardan biri de Çelebi idi. Osmanlı tarihinde Padişah olan Çelebi Mehmet vardır. Ne demektir Çelebi? Halk arasında; görgülü, terbiyeli, sessiz, olgun kişi anlamında kullanılır. Efendi anlamında “Çelebi bir kişi” de derler. Ama Mevlâna’nın Postnişinine de Çelebi denir. Şehzadelere de Çelebi denilmiştir. Fakat Çelebi’nin asıl anlamı okuma yazma bilen kişidir. Lehçe-i Osmâni’de, ‘okuma bilen, okumuş, nâzik, müeddeb, mükerrem’ diye yazar Çelebi’nin karşısında.
Şehzadeler dışındaki kişilere de Çelebi denilince ve okuryazar sayısı arttıkça bu unvanı kullananların sayısı giderek artmış. Dimitri Cantemir’in araştırmasına göre 1660 yılında Antep yöresinde unvanı Çelebi olan 1.485 kişi varmış. 1750 yılında Adana’da Çelebi olarak anılan, 191 kişi bulunduğu yazılmaktadır. Saim Yörük’ün yazdığı makalede, “XVIII. yüzyıla kadar yüksek dereceli ilmiye ricali, divan şairleri, kalem erbabı, Dîvân-ı Hümâyun kâtipleri gibi genel olarak okumuş, bilgili ve kültürlü kimseler hatta bazı gayrimüslimler de bu unvanı kullanmıştır” denilmektedir.
Osmanlı kültürü içinde unvanı Çelebi olan kişiler bulunur. Süleyman Çelebi bunlardan biridir. Süleyman Çelebi, Şeyh Edebali’nin torununun torunudur. Süleymân Paşa önderliğinde Rumeli'ye sal ile geçerek Rumeli’nin Türk ve İslâm dünyasına katılmasına katkısı olanlardandır. Ulu Cami’ye imam olarak atanmış ve orada 60 yaşında Mevlid yani Vesilet-ün Necad’ı yazmıştır. Bu eser, Osmanlı Türkçesine de çok önemli bir örnektir. Mevlid okuyanların unvanına da mevlidhan denilir. TRT’de eskiden, Mevlid programlarından önce unvanı neyzen olanların üflediği ney taksimleri yayına verilirdi. Ud çalanın unvanı udi, keman çalanın kemanidir. Ancak kemençe çalana kemençeci, lavta ustasına lavtacı denir.
Unvandan ve adresten yola çıktık, gördüğüm bir zarfla bitireyim. Şöyle yazıyordu zarfın üzerinde: ‘Sayın Türüt Şhov programında kemençe sanatçısı olan sayın Hüseyin Erbaş beyefendinin yanında oturan Kemençe sanatçısı olan beyefendiye bu mektubu vermenizi rica ederiz. Otakçılar Cad. No:5 Kanal 7 Eyüp – İstanbul.’