2 yıl önce Ağustos ayında ünlü tiyatro sanatçımız Semih Sergen, hayatını kaybetmişti. Kimilerinin sesinden tanıdığı, kimilerinin tiyatroda izlediği, kimilerinin ise aynı zamanda kitaplarını okuduğu sanatçıydı o. 9 kuşaktan İstanbullu, Sarıyerli…
Şener Mete
Dede ile biten zenginlik, Semih Sergen’e fakir bir ailede doğup, kıt kanaat bir çocukluk ve öğrencilik dönemini miras bırakmış. Yoksulluğun engel olmadığı başarıyla ilkokula 2. sınıftan başlayan Semih Sergen, “bir tek sarı defterle liseyi bitirdiğini” söyler. Öyle ki gençliğinde marangozluktan boyacılığa kadar çeşitli işler yapmasına rağmen, tiyatro sevgisi, okulun tiyatro kolu başkanlığına da zaman ayırmasını sağlamış. Ailesinin isteğiyle girdiği bahriyelilik sınavını kazanır. Ancak aynı zamanda gizlice konservatuvar sınavına da girer. Yıl, 1949’dur. Ankara Devlet Konservatuvarında Nurettin Sevin, Mahir Canova, Cüneyt Gökçer gibi ustaların öğrencisi olmuştur.
Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Yüksek bölümünü birincilikle bitirdikten sonra aradan geçen 60 yıl içinde pek çok önemli karakteri canlandırdı Semih Sergen. Kâh Don Carlos idi sahnede, kâh 3. Selim. Çavuş Musgrave de oldu, Şoför Ahmet de ve nihayet Mimar Sinan da. Tek değişmeyen ise rolünü oynarken seyirciye de yaşatmasıydı.
Tiyatroda 100'ün üzerinde başrol oynadı, 40'tan fazla oyunu sahneye koydu. Oyunlarını topladığı 11 kitabı ve 17 de şiir kitabı vardır. Türkiye’de ilk 45’lik şiir plağını o hazırladı. Bunu çeşitli kasetler ve CD’ler izledi. Türkiye’de çevrilen ilk fotoromanda Işık Yenersu ile başrolü paylaştı.
1958’de Duvaklı Göl adlı filmle Yeşilçam’la tanıştı. Rol aldığı 50 filmden bazıları şunlardır: Sıfır Dediğimde, Romantik, Yüzleşme, Kurtuluş, Birleşen Yollar, 501 Numaralı Hücre, Malkoçoğlu, Karakolda Ayna Var, Kadın İsterse, Kardeş Kanı.
Başta “Milli Kültür Dergisi” olmak üzere, pek çok gazete ve dergiye yazılar yazan Sergen, her edebiyatçının hayal ettiği bir şeyi de gerçekleştirdi: Türk Dili Dergisinde şiir ve hikâyeleri kabul edilip yayınlandı.
“Sarınıp son kez gölgesinin sıcaklığına
Yürüdü dosta düşmana karşı.
Yürüdü eller üstünde.
Belki gün kavuşması, belki leylak sürgünü.
- Selâm sabah yok mu can sultan?”
Semih Sergen’in, Türk Dili dergisinde yayımlanan ilk şiirinin ilk dizeleridir bunlar. İlk okunuşta, bir avareyi anlattığını sandığınız şiirdeki, endişe yansıtan kelimeleri seçtiğinizde, ölümü anlatan cümleye ulaşıveriyorsunuz:
“Yüklenip sırtına ölümün sır torbasını
Canım yaseminlere sırt çevirip yürüdü.”
Şiirdeki “Selâm sabah yok mu can sultan?” sorusu, okuyucuya ölümün bir son olmadığı felsefesinin sunulduğu odak gibi duruyor. Özentiden uzak, dilini yoğun duygu yüküyle besleyip, kolayca anlaşılabilir ve üzerinde düşünülebilir şiirler yazan Semih Sergen, Yolculuk adlı felsefi şiirinde, mısralara ruh verebilme gücünü de açıkça ortaya koymuş:
“Üzerinde eskitemediği gök yüzü
Tükenmiş düşlerinde insanlar”
İnsanın nihayetini konu alan şiirde, açık hecelerin çokluğu, serbest türdeki zorluğa rağmen, melodik bir okunuş sağlıyor.
Bir söyleşisinde, Nazım Hikmet’in, “8 kelimeyi yan yana koysanız 64 türlü söyleyiş elde edersiniz” dediğini anlatan Semih Sergen, şiirlerinde kullandığı kelimeleri, ustalıklı bir şekilde yan yana getirmesini bilmiştir.
“Bastır kokusunu yüzüne kirpiklerine
Hadi leylâk mevsimi kiraz çiçekte…”
Semih Sergen’in şiirlerinde öncelikle tiyatro dilinin en güzel yansımalarını hissedeceksiniz. Söz sanatlarını ararsanız, bol miktarda mecaz görecek, nidalar ve tezatlar fark edeceksiniz. Örneğin Yolculuk şiirinde, “gölgenin sıcaklığı” mecaz, “eller üstünde yürümek” derken hissettirdiği tabut kinaye, “gün kavuşması” ve “sevgi yumağı” teşbihli anlatım ve “can sultan” da nida… Şiirin tamamında, ölümün bir yürüyüşe benzetildiği, yaygın benzetme sanatı ortaya konmuştur.
“Söyleyecek kimse de yok
Bir yığın toz mu şimdi
Bir taze gül fidanı mı?”
Son noktada, vefat edenin genç olduğunu anlarken, dizedeki açık istiare, ölenin gül fidanına benzetilmesiyle ortaya çıkıyor. Şiirde gözden kaçan bir nokta da şu: aslında şiirin gövdesinde gizlice, ölünün bir genç olduğu belirtilmekte. Ancak şair bunu öylesine ustaca yerleştirmiş ki ilk okuyuşta gözden kaçıyor: Gök yüzü. Evet, siz bir yandan eskimeyen gökyüzünü düşünürken, bir yandan da kelimede yazım yanlışı olduğunu sanırsınız. Ancak gök yüzü derken, morarmış bir yüzden söz ediyor şair. Edebiyatta buna, mecaz-ı mürsel deniyor. Bir sözü benzetme amacı düşünmeden başka bir anlamda kullanmadır mecazı mürsel. Şiirde anlamı güçlendirmek için üç kez yürüdü kelimesinin kullanılması ise tekrir sanatını hatıra getirmektedir. Lirik ve dramatik olarak niteleyebileceğimiz Yolculuk şiirini okurken, ü seslerinin sıkça kullanımının, şiirin vokal güzelliğini ses olarak desteklediğini fark ediyorsunuz. Şiir, aynı zamanda bir tiyatro oyununda replik olabilecek kadar akıcı bir tarzda yazılmış. Şiirde kullanılan dil, yaşayan Türkçe olmakla birlikte, ‘gün kavuşması’, ‘leylâk sürgünü’, ‘can sultan’, ‘sevgi yumağı’, ‘buruk selâm’ gibi şehir kültüründe yer alan deyimlerle de zenginleşmiş.
Semih Sergen’in hayatındaki vazgeçilmezlerden biriydi şiir. “Kendimi bildim bileli, şiirle bir aradayım. Benim için şiirsiz bir yaşam düşünülemez. Hayatım boyunca ya şiir yazmışımdır ya da okumuşumdur” demişti sanatçı. Semih Sergen; yazar, yönetmen, şair, oyuncu, hattat, oymacı, tiyatro kuramcısı, öğretmen, düşünür, yayıncı, programcı idi. Televizyonda ve sahnede okuduğu pek çok şiir, onunla yaşayanların halâ kulaklarında duruyor. O, şiirin okunması konusunda şöyle demişti: “Evvela dünyanın her yerinde şiir okuyucusu, sanatçıdır. Sesi düzgün olan, göğüs tonlarını rahatça kullanabilen, sesleri biraz uzatıp çekerek söyleyen herkes kendini şiir okuyorum zannediyor. Şiir okumak, yorumlamaktır…”
Devlet tiyatrolarının Devlet Tiyatrosu olduğu yıllarda, Shakespeare’den Mevlana’ya kadar pek çok nazım seslendirdi alkışlardan önce… Hoş sadâ bıraktığı her sahneyi hoş kubbe yapmıştı Semih Sergen. Bodrum’dan geldi, perde açılınca yürüdü eller üstünde Gölbaşı kabristanına… Boş kalan sahnedeki dizeleri ve replikleri ise perde arkasında fısıldaşıp duruyor şimdi sabaha kadar…