Antik dönemden başlayarak Aydınlanma Çağı’na kadar uzanan tarihsel süreçte filozofların büyük çoğunluğu aynı zamanda birer bilim insanıydı.

Hakan Akpınar

Büyük Türk Filozofu İbn-i Sina, bir hekimdi. Antik Yunan Filozofu Thales, matematikçi ve astronomdu. Keza Thales’ten üç asır sonra yaşayan İskenderiyeli filozof Öklid de bir matematikçiydi. Matematiği, evrenin düzeni ile eşleştiren Öklid, geometrinin kurucusuydu.

Aydınlanma Çağı filozoflarından René Descartes, tıpkı antik çağ düşünürleri gibi bilimle ilgiliydi. “Aklın Yönetimi İçin Kurallar” adlı kitabında bir hekim gibi kalbin çalışma sistemini en ince ayrıntılarına kadar anlatmıştı. Bilimin öncülüğünü yapan bu filozoflara yüzlerce örnek verilebilir; fakat konumuz başka…

Felsefenin çatısı altında doğup gelişen bilim dalları zaman içinde kendi temel yasalarını ortaya koyarak felsefeden ayrıldılar. Matematik, fizik, kimya, biyoloji, tıp ve daha nice bilim dalları felsefeden doğdu. Psikoloji ve sosyoloji de yakın dönemde felsefeden koparak uzmanlık gerektiren bilim dallarına dönüştüler.

Felsefe, yalnızca doğa bilimlerini değil, aynı zamanda sosyal bilimleri doğuran bir düşünce eylemi/sistemi olarak insan aklının ve düşüncesinin gelişiminde önemli rol üstlendi. Rönesans sonrası gelişen edebiyat ve sanat akımlarının yanı sıra siyasî akımları besleyen felsefî düşünce, “değerler varlığı” olarak insanlığın gelişimine yön verdi. Ancak şu da bir gerçek ki bilim dalları ayrıldıktan sonra yalnız kalan felsefenin toplumsal hayattaki ağırlığı eskiye göre azaldı. En azından yaşadığımız çağda durum bu…

Bir değerler varlığı olmasının yanı sıra ego varlığı da olan insan, bir diğer insanı dost olarak benimsediği gibi onu baskı altına alınabilecek veya yok edilebilecek bir tehdit olarak görüyordu. İnsan doğasındaki iktidar hırsı, çatışmalara, cinayetlere, hırsızlıklara, tecavüzlere yol açıyordu. 17. yüzyıl filozoflarından Thomas Hobbes, insanlığın bu durumunu “İnsan İnsanın Kurdudur” sözleriyle dile getirerek, günümüzdeki modern devlet kavramının çerçevesini çizecekti.

Ne idi devlet? İnsan, insanın kurdu ise insanın haklarını korumak için bir düzen gerekiyordu. Hobbes’a göre bu düzen devletti. İnsanlar, haklarını kendisi adına koruması için devlete devredecek ve bunun karşılığında onlar da üzerlerine düşen yükümlülük ve ödevlerle devlete olan görevlerini yerine getireceklerdi. Böylece kamu düzeni, toplum, (topluluk değil) hukuk gibi kavramlar modern devlet anlayışına bağlandı. Felsefî temel, modern devlet kavramı ile koruma altına alınan insan haklarının (Kimi zaman lafzî de olsa) güvencesi olarak tarif edildi, anayasalara konuldu.

Devlet ve haklar konusu, en az 2500 yıldır felsefenin ve filozofların gündeminde olmuştur. Antik Yunan Filozofu Platon, “Devlet” adlı eserinde, devleti filozofların yönetmesi gerektiğini savunmuştu. Çağdaş Türkiye’nin değerlerinden biri olan kıymetli hocam Prof. Dr. İoanna Kuçuradi için de devlet önemli bir araştırma alanı oldu. Filozof Kuçuradi, “İnsan Haklarına Dayalı Devlet Modeli”ni kuramsallaştırarak, devlet hayatının merkezine “insan ve değerleri”ni koydu.

Görüleceği üzere, felsefî düşünce insanı uygarlaştırdı, zekasını parlattı, bilimin öncülüğünü yaparak toplumsal hayatı kolaylaştırdı. Sistemleştirilmiş ve yöntemsel düşüncenin gücüyle kuramlar üretti. Dünya, esasında felsefî bilgi ile düşünen insan aklının temsil ettiği filozofların yüzü suyu hürmetine dönmeye devam etti.

Bu uzun girizgâhın amacı, bilimin öncüsü ve bilim dallarının çatısı olan felsefenin çağımızdaki misyonuna değinmekti.

Sahiden, felsefenin 21. yüzyıldaki misyonu nedir?

Ne yazık ki çağımızda bu konuda çok büyük bir boşluk var. Felsefe yalnız ve galiba biraz da çaresiz… Çağ değişti. Kapitalizm, en yüksek aşaması olan emperyalizme evrildi. İnsanî değerler, paranın ve menfaatin esiri oldu. Bilim ve teknoloji, âdeta kapitalist sistemin ve onun üretim araçlarının hizmetkârı haline geldi.

Yaşadığımız Bilişim Çağı’nda teknoloji çok gelişti. İnternet aracılığıyla dijital-sanal bir dünya ve hatta yeni bir ilişkiler ağı kuruldu. Bütün bunlar, 21. yüzyıl insanının yaşamını kolaylaştırıp hızlandırırken, sosyal bir varlık olan insanın yüz yüze ilişkilerini azalttı. Onu, çağına ve kendisine karşı “yabancılaşma” duygusunun içine itti.

Günümüzde sanat, edebiyat ve felsefe akımları neredeyse yok… Bilişim teknolojisi sayesinde bilgi parmaklarımızın ucunda; ama ortada büyük bir fikir, felsefî manâda söylemek gerekirse bir idea yok… Daha kötüsü, artık büyük sanat eserleri yok… 

Neden? Çünkü hayatın içinde felsefe yok. Tipik bir Ortadoğu toplumuna dönüştürülme yolunda hızla koyu muhafazakâr bir siyasî iklime doğru sürüklenen Türkiye'nin eğitim sisteminde ise zaten felsefenin adı yok. Descartes'ın sözleriyle bitirelim: "Felsefesiz yaşamak, açmayı denemeden gözü kapalı yaşamaktır..." 

Açalım artık gözlerimizi...