1870’li yılların başına gelindiğinde, Payitaht İstanbul’un nüfusu neredeyse bir milyona dayanmıştı. İçinden deniz geçen Yedi Tepeli şehir yüzyıllar içinde iyice büyümüş; Bâb-ı Âli-Cağaloğlu-Sultan Ahmet çevresi ile Topkapı ve Dolmabahçe Sarayı’ndan Beşiktaş’a uzanan eski İstanbul, artık geniş bir alana yayılmıştı.
Hakan Akpınar
Boğazın karşı yakasındaki Üsküdar ise denize nazır yalılarıyla eski İstanbul’un seçkin ve merkezî semtlerinden biri olarak şehrin Anadolu kıyısında yer alıyordu. Üsküdar ile Avrupa yakası arasındaki ulaşım ise tabiatıyla sadece deniz yoluyla yapılabiliyordu. İstimbotlar, çatanalar ve kayıklar, Üsküdar ile Avrupa yakası arasındaki ulaşımı sağlayan en yaygın deniz araçlarıydı. Tek tük de olsa yabancılara ait küçük vapurlar, İstanbul halkının ulaşımı için kullanılabiliyordu.
Deniz ulaşımına imkân tanımayan iç bölgelerdeki ulaşım ise at arabaları-faytonlar veya kiralık atlarla yapılıyordu. Birçok semtte kira atlarının bulunduğu ahırlar vardı. Cebinde parası olan bu atları kiralayarak İstanbul’da bir semtten başka bir semte seyahat edebiliyordu.
Ne var ki fayton ve deniz yoluyla sağlanan ulaşım hizmeti, İstanbul’un artan hareketli nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyordu. O devirde Osmanlı tahtında Sultan Abdülaziz oturuyordu. Sultan Aziz, İstanbul’un ulaşım sorunlarının çözümü için önüne getirilen bir projeyi pek beğenmişti: Atlı tramvaylar… Atlı tramvaylar uzun zamandır Avrupa şehirlerinde de kullanılıyordu. Sultan Aziz’in onayından sonra İstanbul halkı atlı tramvaylarla tanışacaktı.
Takvim yaprakları 1872 yılını gösterirken, yabancı şirketlerin imtiyazı altındaki Tramvay Şirketi, İstanbul’da atlı tramvay seferleri başlatmıştı. Azapkapı’dan Galata-Fındıklı, Kabataş Ortaköy’e uzanan bir tramvay hattı döşenmişti. Bu hatta ilave olarak, Eminönü-Babıâli, Soğukçeşme, Divanyolu-Aksaray ve Yusuf Paşa istikametine tramvay seferleri konulmuştu. Aksaray-Samatya-Yedikule ve Topkapı hatlarının haricinde Galata ile tünel arasında da atlı tramvaylar çalışırdı.
Atlı tramvaylar, yazlık ve kışlık vagonlarla hizmet verirdi. Yazın, pencere ve camları olmayan kenarları açık vagonlarla seyahat edilir, kışın ise kapalı vagonlar kullanılırdı. Rayların üzerinde akan bu vagonları “kadana” denilen iri cinsteki atlar çekerdi. Bu güçlü atlar, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan getirilmişlerdi.
Atlı tramvaylarda üç kişi görev yapardı. Vatman (Haydacı), varda ve biletçi… Vatman, yani hayda, tramvayın sürücüsüydü. Kırbaçlarını, atların kulaklarının dibinde şaklatarak “Haydaaa!” diye bağırdıkları için bu sürücülere halk arasında “haydacı” denilirdi.
Bir de “vardacı” vardı. Vardacıların vazifesi şuydu: Bir kaza yaşanmaması için tramvayın önünden “varda” diye bağırarak koşmak ve elindeki boruyu çalarak yolu açmak… Vardacılar, çoğunlukla tulumbacılardan ya da sağlam nefesli ve iyi koşabilen kabadayılar arasından seçilirdi. Vardacıların kıyafetleri kendine hastı. Bunlar çizme, külot pantolon, uzun ceket ve fes giyerlerdi.
Şimdi gelelim “Dingo’nun Ahırı”na… Tramvaylar, dik Şişhane rampasını çıkabilmek için Azapkapı’dan takviye at alırlardı. Tramvay, bu takviye atlarla birlikte Taksim’e ulaşınca Fransız Konsolosluğu yakınlarındaki bir ahırda dinlendirilir ve sonrasında boş olarak tekrar Azapkapı’ya götürülürlerdi. İşte Taksim’de atların dinlendirildiği, bazen de dinlenmiş atların buradan alınarak yeniden tramvaya koşulduğu bu ahırın sahibi Dingo’ydu…
Dingo, Rum kökenli bir Osmanlı vatandaşı olarak bu ahırı işletir; ancak içkiye müptela olduğu için sık sık meyhanelere kaçarak ortadan kaybolurdu. Tabii Dingo, ahırda işinin başında olmayınca ne hesap tutulurdu ne de kitap… Böyle olunca seyisler ahıra istedikleri gibi girer çıkar; kimi zaman Dingo’nun yokluğundan dolayı kayıt tutulamadığı için yorgun ve terli atlar, dinlenmiş atlar gibi yeni gelen tramvayın önüne koşulurdu. Bu yüzden bazen atlar çatlar ve yere yığılırdı. O zaman da tramvay seferleri aksardı.
Girenin çıkanın belli olmadığı, kargaşanın ve düzensizliğin hâkim olduğu Dingo’nun Ahırı, o tarihten itibaren İstanbul’da bir deyim haline gelmişti. Sadece İstanbul kahvehanelerinde değil, hükümet binalarındaki memurların bile kullandığı bir deyimdi artık Dingo’nun ahırı… Bu deyim izinsiz, destursuz girilen; girenin çıkanın belli olmadığı mekânları anlatmak için günümüzde hâlâ kullanılır…