20. yüzyılın ilk çeyreği, esasında uluslaşma sürecinin hız kazanması ve yeni ulus devletlerin kurulması bakımından önemli bir tarihsel süreçtir. Rusya (Sovyetler Birliği) hariç, yıkılan imparatorluk topraklarının hemen hepsinde yeni ulus devletler, cumhuriyetler kuruldu. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de Gazi Mustafa Kemal'in önderliğindeki antiemperyalist mücadelenin sonunda millî bir Türk Devleti olarak ortaya çıkmıştır.

Hakan Akpınar

Atatürk, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni "muasır medeniyetler" düzeyine çıkarmak istiyordu. Bunun için köklü toplumsal devrimlere ihtiyaç vardı. En büyük devrim, 1 Kasım 1922'de saltanatın ilgasıyla yapılmış; bu da cumhuriyet yönetiminin ilanı ile olmuştu. Cumhuriyetin ilan edildiği kentin Ankara olması, Ankara'nın yalnızca millî mücadelenin merkezi olmasıyla izah edilemez. Bunun, tarihî bir arka planı da vardır. İşte o arka plan, Türk tarihidir. Nasıl mı? Anlatalım...

Anadolu Selçuklu Devleti'nin Moğollar tarafından yıkılmasından sonra Ankara, merkezî idareden yoksun kaldığı için kendi yönetimini üstlenen bir nevi "kent devleti" haline dönüşmüştü. Ankara, 1290-1354 yılları arasında "Âhi"lerin yönettiği bağımsız bir kent olarak yaşamıştır. O zaman Ankara'da, bugünkü Bentderesi semtinde Âhilerin ekonomik faaliyetlerini sürdürdüğü küçük işletmeler ve atölyeler vardı. Bu dükkanların çoğu debbağların elindeydi. Deri işiyle uğraşan, yani deri hammaddesini işleyen zanaatkârlara debbağ denilirdi. Debbağların dışında saraçlar, eğerciler, ayakkabıcılar-çizmeciler, demirciler vb. meslek grupları, Ankara Kalesi'nin surları altında kalan bu bölgede faaliyet gösteriyordu.

Merkezî idare olmadığı için kent devleti olarak ayakta kalan Ankara, Selçuklu yönetiminin yıkılmasından sonra zaman içinde Karamanoğulları, Germiyanoğulları ve Eretna Beyikleri'nin merkezî yönetimlerine bağlı olarak kendi iç hükümranlığını sürdürdü. Sonrasında Ankara, 1354'te Orhan Gazi'nin oğlu Gazi Süleyman Paşa tarafından fethedildi. Kısa bir müddet daha otonom/özerk olarak yaşayan Âhi Türkmen kenti Ankara, Osmanlı Devleti'nin merkezî idaresine bağlandıktan sonra kent devleti özelliğini tümden kaybetti.

Âhilerin kurduğu Ankara Kent Devleti, ne tam olarak bir beylikti ne de Orta Asya'daki eski kent devletleri olan yabguluklara benziyordu. Bir tür derviş-esnaf devletiydi. Ancak çağına göre demokratik yöntemlerle idare edilen küçük bir devlet yapılanmasıydı. Bunun sebebi Âhilik kültürü olsa gerektir. 

Âhi, bize Arapça'dan geçen bir kelimedir ve "kardeş" demektir. Dost, yiğit, yoldaş yerine de kullanılmıştır. Âhilik, Hacı Bektaş-ı Veli'nin tavsiyesiyle Âhi Evran tarafından kurulan bir esnaf dayanışma ve yardımlaşma örgütlenmesidir. Başlangıçta Horasan kökenli Türkmen Alevî-Bektaşî oluşumu olarak ortaya çıkan Âhilik Teşkilatı, bir çeşit esnaf loncasına veya günümüzdeki sivil toplum örgütlenmesi olan esnaf odalarına benzetilebilir. 

O dönemde Âhilik Teşkilatı'nın kendi kurum ve kuralları ile ilkeleri vardı. Kardeşlik, doğruluk, dürüstlük, yardımseverlik ve güzel ahlâk, bu teşkilata ait olmanın temel ilkelerini oluşturuyordu. Dolayısıyla Ankara'yı yöneten Âhiler bir yerde kolcu, bir yerde asker, bazen bir kadı, kimi zaman âkil adam veya bir sufî olarak karşımıza çıkıyorlardı. Âhilik Teşkilatı'nın temelinde yer alan ve yukarıda saydığımız meziyetler, onların Ankara'yı yönetirken âdil birer idareci olmalarını zorunlu kılmıştır. Kuşkusuz, bu yönetim anlayışının altında yatan Türk Tasavvuf geleneği, söz konusu meziyetlerin inanç temelini oluşturuyordu. 

Bu meziyetler, Âhilik Teşkilatı'nın çağına göre daha insancıl ve âdil bir sosyo-ekonomik düzen kurmasını beraberinde getirmiştir. Söz konusu güzel meziyetler ve değerler üzerinde yükselen Ankara Âhî Devleti, bu özelliği nedeniyle bazı tarihçiler tarafından o dönemin koşullarına göre "cumhuriyet" olarak değerlendirilmiştir. Tabi o dönemde cumhuriyet kavramının varlığından söz etmek mümkün değildir; ama cumhuriyete en yakın âdil bir özyönetim modeli olduğu için belki böyle değerlendirilmiş olabilir.

Atatürk, gençlik yıllarında okuduğu kitapların birinde "Ankara Cumhuriyeti" ile karşılaşmış ve bir cumhuriyetçi olarak Türk tarihindeki bu önemli kenti hiç unutmamıştır. Ankara'nın millî mücadelemizin merkezi olmasında hiç kuşkusuz coğrafî özelliğinin etkisi çoktur;  ancak Atatürk, Ankara'yı coğrafî özelliğinin ötesinde değerlendirdiğini bizzat söylemiştir. O'nun sözlerinden takip edelim:

"Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten, Selçukî idaresinin bölünmesi (inkisamı) üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir 'Ankara Cumhuriyeti'ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki, aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da hala o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor.

Türkiye’nin hemen bütün menatıkını (bölgelerini) gezdiğim ve gördüğüm için hükmettim ki, o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin bugünkü halkı da aynı kabiliyetten asla uzak değildir... Beni, Türkiye’nin en münasip merkez Ankara olabileceğini düşünmeye sevkeden ilk vesile çok eskidir ve fennidir...”