Vatan Şairi’miz Namık Kemâl’i bilmeyen pek yoktur… Sıradan bir Türk yurttaşı dahi bu büyük adamın adını bilir. Namık Kemâl tiyatro eserleri, romanları, şiirleri ve makaleleri ile yalnızca Türk Edebiyatı’nda değil, aynı zamanda bir gazeteci olarak Türk basın tarihinde de derin izler bırakmış güçlü bir kalemdir.
Hakan Akpınar
O, düşünce ve sanat adamı olmasının yanı sıra Tanzimat Devri’nin en önemli münevverlerinden biridir. Hatta denilebilir ki; ilk önce gazetecidir. Neredeyse bütün önemli eserlerini gazeteciliğe başladıktan sonra kaleme almıştır.
Osmanlı-Türk Aydınlanması’nın yolunu açan önemli bir fikir adamı olan Namık Kemâl, edebiyat ve fikir akımı olarak ortaya çıkan "Genç Osmanlılar"ın da mihver ismidir. Mithat Paşa ve Ziya Paşa ile el ele vererek I. Meşrutiyet’in ilânını sağlamış; tarihimizin ilk anayasası olarak kabul edilen Kanun-ı Esasî’nin hazırlanmasında bizzat görev almıştır.
Modern Türk Milliyetçiliği’nin temellerini atan Namık Kemâl, bu yönüyle kendisinden sonraki nesillere esin kaynağı olmuştur. Tüm Osmanlı Türk aydınlarını derinden etkileyen “Hürriyet Kasidesi”, edebiyat ve fikir dünyamızda bugün bile hâlâ yankılanır durur. Atatürk’ün, “Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası ise Namık Kemâl’dir” deyişi, herhalde boşuna değildir.
Hayatı ve eserleri üzerine söylenecek çok söz var; ama konumuz başka… Bu uzun girizgâhın sebebi, Vatan Şairi’ne atfedilen müstehcen fıkralar ve o fıkraların müellifiyle ilgili… Yani tarihî bir yanlışa işaret etmek istiyorum. Benim neslim ve önceki nesiller, malûm müstehcen fıkraları bilir ama gerçek müellifinin kim olduğunu pek bilmez.
Çocukluğumda, mahallemizdeki ergenler, kendi aralarında anlattıkları “Namık Kemâl Fıkraları”na kahkahalarla gülerlerdi. Sadece ergenler mi? Koca koca adamlar da Osmanlı mizah geleneği olarak devam ettirilen bu müstehcen fıkraları sıkça anlatırlardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, ortaokul yıllarında Namık Kemâl’in “Vatan Yahut Silistre” adlı tiyatro eserini okuyan ergen bir çocuk olarak, bu fıkralardan hiç ama hiç hazzetmezdim. Yakası-bağrı açılmadık küfür ve seviyesizliklerle dolu olan bu düşük fıkralar ile Namık Kemâl arasındaki bağı, inanınız ki çocuk sayılabilecek yaşlarımda dahi çok yadırgamıştım.
Neyse… Aradan uzun yıllar geçti… İlk gençlik yıllarımın sonunda öğrendim ki, bu müstehcen fıkraların müellifi, öyle iddia edildiği gibi Namık Kemâl filan değilmiş… Kimmiş peki? Esasında hiç kimse! Fakat bir adı var; Nam-ı Kemâl… Yani isimsiz ve cisimsiz bir adam…
Bu fıkraların hakiki müellifine neden “İsimsiz ve cisimsiz bir adam” dedim? Artık fazla uzatmadan şu muammaya açıklık getirelim. Devr-i Osmanlı’da Nam-ı Kemâl, “Adamın biri” anlamına gelmektedir. Yani belli bir yaşa gelmiş olgun, sıradan bir adam…
Osmanlı İstanbul’unda, sözlü halk edebiyatına girmiş anonim-müstehcen fıkralar, bir isme mal edilemediği için Nam-ı Kemâl adındaki “isimsiz ve cisimsiz” bir ‘zat’a atfedilmiş… Ses benzerliği sebebiyle halk arasında Nam-ı Kemâl fıkraları, çok yanlış bir biçimde Namık Kemâl olarak telaffuz edilir olmuş. Hiç kuşkusuz bu yanlışın yapılmasında, Cumhuriyet döneminde artık Osmanlı Türkçesi’nin ve buna bağlı olarak kimi Farsça tamlamaların eskisi gibi kullanılmamasının da hatırı sayılır bir payı olsa gerektir. Osmanlıca kimi tamlama ve terimlerin Modern Türkçe içinde giderek belirsizleşmesi yüzünden halk arasında “Nam-ı Kemâl Fıkraları” artık “Namık Kemâl Fıkraları” olarak telaffuz edilmeye başlanmış.
Siz siz olun, Nam-ı Kemâl ile Vatan Şairi’miz Namık Kemâl’i birbiriyle karıştırmayın; çünkü bu büyük adamın hatırasına istemeden bile olsa saygısızlık etmiş olursunuz.