63 yıl önce gelmiş geçmiş en demokratik anayasamızı oylamıştık. İlkeler, değerler o günden bu yana soldu, tükendi. Nihayette keyfi yönetim kurumsallaştı. O da yetmedi, şimdi duvarları yıkılan eve yeni asma kilit, ya da yeni ama “sivil” bir anayasa talebi var. Bu talep ciddiye alınabilir mi?

Yusuf Kanlı

Düşünün ki bir ev inşa ediyorsunuz. Duvarları her fırsatta delinen, çatısı sürekli çöken, zemini ise çürük olan bir ev. İşte, 1980 asker markalı Anayasamız tam da böyle bir ev. İlk inşa edildiğinde belki sağlamdı, fakat onlarca defa delik deşik edilip yamanınca ne bütünlüğü ne de ruhu kaldı. 1961 Anayasası'nın getirdiği güçler ayrılığı ilkesi, partili cumhurbaşkanlığı sistemiyle şeklen bile ortadan kalktı. Artık o evin hangi duvarı nereye yaslanıyor, hangi çatı altında kimin korunduğu belli değil.

Geçmişin hayaleti: 1961 Anayasası

Tam 63 yıl önce bu hafta Türkiye, 1961 Anayasası'nı oylamak için sandığa gitmişti. Halkın yüzde 61.7'si "Evet", yüzde 38.3'ü ise "Hayır" demişti. Bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti'nin tanımına "sosyal devlet" ibaresini eklemiş, güçler ayrılığını sağlamış, Anayasa Mahkemesi'ni (AYM) kurmuş ve işçi ile memurlara sendika kurma ve grev hakkı vermişti. Bir zamanlar demokratik hak ve özgürlüklerin teminatı olarak görülen bu Anayasa, şimdi ise tarih kitaplarının tozlu raflarında yerini aldı.

Günümüz Türkiye’sinde iktidar ortağı bir parti, Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını ikide bir talep ediyor. İktidar, işine gelmeyen AYM kararlarını uygulamıyor ve Yargıtay ile yetki savaşı veriyor. İşte bu, evin sağlam temellerinin bile sorgulandığı, duvarlarının çökmek üzere olduğu bir durum.

Keyfi yönetimin kurumsallaşması

2017 yılında gerçekleştirilen referandumla kabul edilen ve 2018 seçimleriyle yürürlüğe giren partili cumhurbaşkanlığı sistemi, Türkiye'nin yönetim sisteminde köklü bir değişiklik getirdi. Bu sistem, yürütme yetkisini büyük ölçüde cumhurbaşkanının elinde topladı ve güçler ayrılığı ilkesini ciddi şekilde zedeledi. Cumhurbaşkanı, hem devletin başı hem de yürütmenin lideri olarak, geniş yetkilere sahip oldu. Bu durum, yasama ve yargı organlarının bağımsızlığını gölgede bıraktı ve demokratik denetim mekanizmalarını zayıflattı.

Komedi mi, trajedi mi?

İktidar öte yandan yeni anayasa talep ediyor. Evin her tarafını yıkıp yeniden inşa etmek istiyor, ama bu sefer daha çürük malzemelerle. Hani bir zamanlar sağlam bir evimiz vardı, hatırlıyor musunuz? O evin temellerine "sosyal devlet" ibaresi kazınmıştı, duvarlarına "güçler ayrılığı" oyması yapılmıştı. Şimdi ise, yeni anayasa talebiyle bu evin bütün kalan sağlam parçalarını da söküp atmak istiyorlar.

Mevcut anayasayı uygulamayan, hatta kendi yaptığı anayasa değişikliklerini sanki yokmuş gibi gören, AYM kararlarını anayasanın amir “her kes ve her kurum uymak zorunda” ilkesine rağmen bırakın alt mahkemeleri, Yargıtay’ın ve bizzat iktidarın sanki yokmuş gibi algılaması yeni “sivil anayasa” çağrılarının ciddiye alınmasını engellemektedir.

Güçler ayrılığı: Artık bir hayal

Güçler ayrılığı ilkesi, 1961 Anayasası ile gelmişti. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsızdı. Fakat şimdi, partili cumhurbaşkanlığı sistemiyle bu ilke şeklen bile kalmadı. Artık her şeyin başı ve sonu tek bir kişinin dudaklarından çıkan kelimelere bağlı. Evdeki bütün odaların kapılarını aynı anahtarla açmak gibi bir şey bu. Güçler ayrılığı, tarih kitaplarında kalan bir nostalji oldu.

Hukukun üstünlüğü 

Hukukun üstünlüğü ve herkesin hukuk önünde eşitliği ilkeleri, demokrasinin temel direkleridir. Ancak, Türkiye’de bu ilkeler de artık sadece kağıt üzerinde kalmış durumda. İktidar, hukuku kendi çıkarlarına göre eğip büküyor, yasalar ise iktidarın keyfine göre uygulanıyor. Herkesin hukuk önünde eşit olduğu bir toplum hayali, maalesef gerçeklerden çok uzakta.

Son dönemde Sinan Ateş cinayeti davası bu açıdan son derece önemli olacaktır. İktidarın bir ortağının rolü olduğu iddia edilen bir davanın adi vaka durumuna dönüştürülmesi, suçun ve suçluların adaletten kaçabilmeleri, zaten adaletin özgür olmadığı iddialarını kuvvetlendiren bir rol oynayabilecektir. Adalet ve hukukun üstünlüğü de özellikle çok ihtiyaç duyulan dış doğrudan yatırımları için hayati önemdedir.

İfade ve basın özgürlüğü

İfade ve basın özgürlüğü, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarındandır. Fakat, Türkiye’de bu özgürlükler de ciddi şekilde kısıtlanmış durumda. Gazeteciler, yazarlar ve düşünce insanları, iktidarın hoşuna gitmeyen fikirleri dile getirdiklerinde ya hapse atılıyor ya da susturuluyor. Bu durum, demokrasinin temellerine büyük bir darbe vuruyor.

Her ne kadar toplumsal duyarlılık ve özellikle başta Medya Dayanışma Grubu olmak üzere medya sektörü Sivil Toplum Kuruluşlarının karşı çıkmaları nedeniyle “etki casusluğu” adı verilen, Rusya, Gürcistan, Sırbistan benzeri bir cadı avı şimdilik 9. Yargı Paketinden çıkarıldıysa da mevcut tek adam rejiminin tamamlanması, siyasi partiler dahil tüm eleştirilerin susturulabilmesi için bu silahın önümüzdeki son baharda hortlaması çok da büyük bir sürpriz görülmemelidir.

Eleştiri hakkının bu şekilde gaspı veya tüm karşıtların biata zorlanmasının kabul edilebilmesi elbette ki demokrasi ve demokratik haklarla bağdaştırılabilmesi mümkün değildir.

Örgütlenme, seçme ve seçilme hakkı 

Örgütlenme hakkı, demokrasinin sağlıklı işlemesi için gereklidir. Ancak, Türkiye’de sendikalar ve sivil toplum kuruluşları üzerindeki baskılar, bu hakkın da fiilen ortadan kalkmasına neden oluyor. İktidar, kendi kontrolünde olmayan örgütlenmelere izin vermiyor ve baskılarla bu hakları kullanılamaz hale getiriyor.

Seçme ve seçilme hakkı, demokratik bir toplumun en temel haklarındandır. Ancak, Türkiye’de seçim süreçlerinin adil ve şeffaf olmadığı yönünde ciddi endişeler var. İktidarın, seçim sonuçlarını manipüle ettiği ve muhalefeti bastırmak için her türlü yolu denediği iddiaları, demokrasinin sağlıklı işlemesine engel oluyor. Özellikle kayyum uygulamaları, seçme ve seçilme hakkına doğrudan bir darbe niteliğinde. Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınarak yerlerine kayyum atanması, halkın iradesine yapılan bir saygısızlık ve demokrasiyle bağdaşmayan bir uygulama olarak karşımıza çıkıyor.

Barınma hakkı ve sosyal devlet

Barınma hakkı ve sosyal devlet ilkeleri, 1961 Anayasası ile Türkiye’ye kazandırılmıştı. Ancak, günümüzde bu haklar da giderek aşınıyor. Sosyal devletin gerektirdiği hizmetler yetersiz kalıyor ve vatandaşlar barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekiyor. Sosyal devlet anlayışı, yerini bireysel çabalara ve eşitsizliklere bırakmış durumda.
Son dönemde kontrol dışı enflasyon nedeniyle %25 ile sınırlanan kira artışları serbest bırakılınca özellikle büyük şehirlerde ücretli kesimin, bilhassa emeklilerin, ekonomik güçlerinin yeteceği kiralık konut bulabilmeleri çok ciddi bir sorun haline geldi.

Vergi adaleti

Emekli maaşlarındaki sıkıntı ortada. Ücretli kesimin TÜİK mağduriyeti ve çılgın enflasyon karşısında kurban edilmesi yetmezmiş gibi, vergi adaletsizliği ciddi sosyal bir yara halini aldı.  Vergi adaleti, toplumsal huzurun ve ekonomik dengenin sağlanması için elzemdir. Ancak, Türkiye’de vergi sistemi adaletsizliklerle dolu, iktidar ise düzeltme, en azından vergi dilimlerini yükselterek tedrici rahatlama sağlama gibi bir derdi yok. Vergi yükü, genellikle dar gelirli kesimlerin üzerine yıkılıyor ve büyük sermaye sahipleri vergi indirimleri ve muafiyetlerle destekleniyor. Bu durum, toplumsal eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor.

Kararlılık ve adanmışlık şart

Türkiye'nin anayasal tarihi, Nasrettin Hoca'nın muhkem mezarı gibi: dört tarafı virane, kapıda kocaman bir asma kilit. 1961 Anayasası'nın kazandırdıkları, 1980 Anayasası'nın başlattığı süreçle yavaş yavaş yok oldu. 2017 referandumu ve 2018’de yürürlüğe giren partili cumhurbaşkanlığı sistemiyle, güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri büyük ölçüde zedelendi. Şimdi ise, yeni anayasa talepleriyle o duvarın son sağlam taşları da yerinden oynatılmak, kapıya daha da büyük bir asma kilit yerleştirilmek isteniyor. 

Unutulmamalı ki, sağlam temeller üzerine inşa edilmeyen hiçbir yapı uzun süre ayakta kalamaz. Türkiye’nin yeni ve demokratik bir anayasa ihtiyacı elbette ki vardır. Bu yeni anayasa Türkiye’nin demokratikleşme sorununa cevap vermeli, bugün çözülemez gibi görünen tüm sorunlarına kapsayıcı ve demokratik cevaplar uluslararası değerler ve ilkeler çerçevesinde, ülkemizin toprak ve ulusal bütünlüğünden taviz vermeden ancak bir ebru gibi tüm renklerin de olaca parlaklığıyla o büyük resimde görünür olmasına imkan verebilmelidir. 

Bunu başarmaya kararlılık ve adanmışlık ortak güzel bir geleceğin inşasının ön şartıdır. Türkiye'nin anayasal düzeni, demokrasiye, özgürlüklere ve adalete dayalı sağlam temeller üzerine yeniden inşa edilmezse, her yenileme girişimi sadece geçici bir çözüm olmaktan öteye gidemeyecektir.