25 Ağustos 1922… Gün batıyordu. Sesi güzel askerler, topların, cephane sandıklarının ya da taşların üzerine çıkarak ezan okudular. Cephe boyunca tabur tabur akşam namazı kılındı ve zafer için dua edildi. Sessizce yemek yenildi.

Şener Mete

Asker kaputlu, beyaz başörtülü Gül Hanım, 4. kolordu birliklerini dolaşıyordu: “Hiç yakınmadın silahınıza cephane, size ekmek taşıdık. Siperlerinizi kazdık. Yaranızı yıkadık, kırığınızı sardık. Ateş altında suyunuzu yetiştirdik. Şimdi bunca kadının hakkını, erkek olmanın bedelini ödeme vaktidir. Eğer bu sefer kardeşlerinizi kurtarmadan dönerseniz, bilin ki ananız da bacınız da yavuklunuz da hakkını helal etmeyecektir…”

15. Tümenden bir Teğmen, takımını toplamıştı: “Eğer gözümü bir an olsun geriye çevirirsem, ölümden yılıp da geriye tek bir adım bile atarsam, beni hain bilin. Kanım size helal olsun.”

Toplan boruları vurmaya başlamıştı. Silahlar kuşanıldı. Sallanıp da ses yapacak ne varsa hepsini sıkılayıp bağladılar.Saat 5’e doğru gün ışımaya, Afyon Kalesi ve tepeler belirmeye başladı. Herkesin Ankara’da sandığı Başkomutan, başıyla işaret etti. Önce bir tek top sesi duyuldu. Mermi, Tınaztepe’ye düştü.
Batarya komutanları peş peşe zevk narası atar gibi emir verdiler:
- Ateş…
- Ateş…
- Ateş…
20 dakika sonra Allah Allah sesleriyle Tınaztepenin alındığı haberi geldi.

Belentepe’nin ön yamacındaki yüksek ve sık çalılar, top ateşlerinden tutuştu. Subaylar ve askerler duraksamadan bu alevlere daldılar. Kimi yanarak şehit oldu, kimi alevlerin içinden ok gibi çıkarak siperlere girdi. Saat 9’da Belentepe ele geçirilmişti. 

Ahırdağı’nın Yörükmezarı köyünde bir kadın, tavuklarına yem verirken dağdan gelen bir uğultu duydu. Uğultudan yer titremeye başlamıştı. Birden dağın içinden kalpaklı süvariler çıkıverince kadın çığlığı bastı: “Bizimkiler… Kemalin askerleri…”

Ordunun taarruza geçmesi, Afyon Türklerini havalara uçurdu. Sevinçlerini saklayamadılar. Rum ve Yunanlar, sevindiğini belli eden 600 Türk’ü tekme tokat İmaret Camiine tıktılar. Su bile vermediler.
Paşalar sabah erkenden Kocatepe’ye gelmişlerdi. Yunan savunmasının adım adım çöküşünü izliyorlardı. Yalnız Çiğiltepe karşısındaki 57. Tümen bir türlü ilerleyememişti. M. Kemal Paşa, Tümen Komutanı Albay Reşat Bey’i teşvik etmek için telefonla aradı:
- “Reşat bey hedefinize ulaşamadınız. Bir sorun mu var?”
- “Yarım saat sonra ulaşacağız efendim. Söz veriyorum.”

Yarım saat dolmuş, Çiğiltepe alınamamıştı.  Mustafa Kemal, Reşat Bey’le konuşmak istedi. Reşat bey, intihar etmiş ve bir açıklama bırakmıştı: “Yarım saat içinde o mevzii alacağıma söz vermiştim. Sözümü tutamadığım için yaşayamam.”
Güneş, Murat Dağı'nın ardında kaybolup akşam alacası çökerken, top ve piyade ateşi kesildi, askerler süngü hücumuna kalktılar. Çelik süngüler akşam ışığında çakıp sönüyorlardı. Mustafa Kemal Paşa siperin içinde ayağa kalktı. Savaş heyecanı ile doluydu. Kabarıp taşarak haykırdı: "Hacianestiii! Nerdesin? Gel de ordularını kurtar!"
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. 

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. 
Paşalar onun arkasındaydılar. 
O, saatı sordu. 
Paşalar : «Üç,» dediler. 
Sarışın bir kurda benziyordu. 
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. 
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. 
Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak 
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı. 
Hacianesti, General Trikopis’i soruyor, ondan hiçbir haber gelmediği yanıtını alıyordu. Yunan Hükümeti, General Trikopis’in esir alındığını bir hafta sonra öğrenebilecekti.
Sonra. 
Sonra, 9 Eylül’de İzmir'e girdik ve Kayserili bir nefer yanan şehrin kızıltısı içinden gelip öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, Güneyden Kuzeye, Doğudan Batıya, Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i. 
Aya Fotini Kilisesi tıklım tıklımdı. Ağlayanlar çoktu. Metropolit Hrisostomos, titrek bir sesle:
- Kardeşlerim.. dedi. Tanrı bizi acıyla tecrübe ediyor.
İçeriye, bayram eden Türklerin söylediği marş sızıyordu:
İzmir’in dağlarında çiçekler açar…
Altın güneş orda sırmalar saçar…
Hrisostomos, “Ümidinizi kesmeyin. Dua edin” dedi.
Bir haykırış kiliseyi çınlattı: “Kako Hronis nahis Georgis” Türkçesi: “Kahrolsun L’loyd George” idi…
Damat Ferit, gizlice saraya gelmişti. Eşinin mücevherlerini ve değerli hafif eşyayı toplayıp Avrupa’ya kaçtı.
Türk orduları Çanakkale’ye yaklaşırken, Yunanistan’da Kral istifa ediyordu. Atina’da rejimler değişecek, 7 kez darbe olacaktı. L’Loyd George istifa edecek, bir daha da iktidara gelemeyecekti.
Bütünüyle Türklüğü yok etmek, dünya üzerinden silmek isteyenlere karşı yapılan millet mücadelesinin, Türk İstiklâl Savaşının sonucu, bütün unsurları ile Türk milletinin kurduğu bağımsız Türk Devleti oldu. Tek bayrak, tek dil, tek milli marş ve tek Başkent; 20’ye yakın Türk imparatorluğunun siyasi, sosyal ve kültürel birikiminin sonucu olan şerefli bir sorumluluktur. Bu şeref, dünya kurulalı beri hiçbir devlete de nasip olmamıştır. Türklüğün büyük ve var olma meselesi, Yüce Atatürk’ün gençliğe hitabında net bir şekilde ortaya konmaktadır. 
*TRT’nin 30 Ağustos 2002’deki Zafer Bayramı tören yayını için Şu Çılgın Türkler ve Kuvayı Milliye Destanı adlı eserleri temel alarak hazırladığım metinden yararlanılmıştır.