20 Eylül Cuma günü Ankara’daki Litai Konuk Evi, gazetecilerle dolup taşmıştı. Büyük salon, oturulacak tek sandalye kalmamacasına dolmuş, içeri giremeyenler lobide meslektaşlarıyla üçerli beşerli oturarak, verilecek araya kadar da olsa basının sorunlarını konuşuyorlardı. Salonda ise Gazeteciler Cemiyeti’nin düzenlediği Medya Konferanslarının ikincisi yapılıyordu.

Şener Mete

“Gazeteciliğin Dönüşümü ve Arayışlar” adlı konferans, açılış konuşmalarının ardından 7 bölümden oluşuyordu. Oturumlar; Zeynep Gürcanlı, Erhan Karadağ, Özlem Akarsu Çelik, Yıldız Yazıcıoğlu ve Kenan Şener gibi, mesleklerinde oldukça başarılı olmuş moderatörlerin yönetiminde düzenlendi. 24 Saat Gazetesinde, konferansın konuklarının düşünce ve önerileri ayrıntılı olarak yayımlandı. Konferansın son bölümünde ise bir rehber olarak kullanılması önerilen “Gazetecilik Hak ve Özgürlükler Deklarasyonu” yayınlandı. Siyaset kurumlarına iletilecek deklarasyonda, medya sorunlarının çözümünde göz önünde bulundurulması gereken kriterler yer alıyor ki bu deklarasyon da 24 Saat Gazetesi’nde yayımlandı. Mesleğinde başarılı olmayı arzulayan gazetecilerin, İletişim Fakültesi öğretim üyelerinin ve gazeteci olmak isteyen üniversitelilerin, bu konferansla ilgili yayınları dikkatlice okumalarını öneririm. 

Gazetecilik Hak ve Özgürlükler Deklarasyonu metni, gazeteciler için hazırlandığından, 3 y ile belirtebileceğimiz Yasama-Yürütme-Yargı güçleri yani kuvvetler ayrılığı ve dördüncü güç kavramı, metinde yer almamıştır. Geçmişte adı Ortaokul olan okulu bitirenler, bu kavramları iyi öğrenmişti. Çünkü ortaokulda Yurttaşlık Bilgisi dersi vardı. Yurttaşlık Bilgisi, bir vatandaşın sosyal yaşamında kamu kurumlarıyla ilişkilerinin pek çoğunu anlatan bir ders idi. Bu derste, muhtardan Cumhurbaşkanına kadar yöneticilerin o göreve nasıl geldikleri, görevleri, yasama, yürütme ve yargının temel organları ve bunlara ilişkin genel konular işlenirdi. Bu kavramlar, Anayasanın tanımında da yer alır. TDK sözlüğüne göre anayasa, “bir devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargı güçlerinin nasıl kullanılacağını gösteren, yurttaşların kamu haklarını bildiren temel yasa”dır. Yasama, Osmanlı Devleti’nin yıkılmadan önceki 1921 Anayasasında ‘Teşri’ olarak geçer. 1921’de yasama ve yürütme yetkisinin, Büyük Millet Meclisinde toplandığı kayıt altına alınıyordu. 

Bütün dünyada halk adına egemenlik yetkisini kullanan organlar oluşturulmuştur. Bunlar parlamentolar, devlet başkanları, hükümetler ve mahkemelerdir. Bu yetki yasama, yürütme ve yargı olarak adlandırılan bir sistemler bütünü tarafından paylaşılır. Bu bütünün tamamı, hüküm fiilinden doğan hükmetmeyi ifade eder. Geniş anlamda hükmetme sistemlerini, egemenlik yetkisini kullanan devlet organları arasındaki işbirliği ve işbölümü olarak anlamak gerekir.  Ama yasama yani kanun yapma yetkisi, Meclise aittir. Meclis, halk adına egemenlik yetkisini kullanan bir organdır. Meclisteki Genel Kurul salonunda da ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ diye yazar. Tek bir kelime ile belirtmek gerekirse, Yürütme organı deyince hükümet anlaşılır. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in, oğlu Orhan Bey’e vasiyetinden bir cümle, hükümeti yani yürütme organını şöyle niteler: “Hükümetinde ulema, fazıl kimseler, erbab-ı maarif çoğalsın, siyaset ve din işleri nizam bulsun!..” Günümüz Türkçesiyle: “Hükümetinde bilginler, erdemli kişiler, usta öğretmenler çoğalsın, siyaset ve din işleri düzgün gitsin.” Orhan Bey ise “Geciken adalet zulümdür” sözünün sahibidir.

Yargı denince ilk akla gelen, adalet ve mahkemelerdir. Konferansta, yasama ve yürütmeden çok daha fazla yargı ve mahkeme kararları konuşuldu. Mahkemenin muhakemesi kanunlara, kanunlar da hukuka dayalı olmak durumundadır. Bu konuda medyayı ilgilendiren bir hükmü okuyalım: “Suçlu olduğu yargı kararı ile kesinleşmedikçe hiç kimse suçlu ilân edilemez veya suçluymuş gibi gösterilemez; yargıya intikal eden konularda yargılama süresince, haber niteliği dışındaki yayınlar, yargılama sürecini ve tarafsızlığı etkiler nitelikte olamaz.”

Yasama, yürütme ve yargıdan sonra basının dördüncü kuvvet oluşu, cumhuriyet dönemine dayanır ama Türkiye’de basın, ilk Türkçe gazete olan ve 1831'de yayımlanan Takvim-i Vekayi ile başlamıştır. Ancak Tabhanede yani matbaada basılan yazılı kâğıda matbu, tümünün basılmış haline matbuat denilmiştir. Çoğalan matbuat, basın dilini doğurdu. Gazetelerin yanı sıra dergilerin artışı basın kanununu, bu kanun basın hürriyetini, bu hürriyet tekzibi yani düzeltme ve cevap hakkını, bu hak da hem hukuksal sorumluluğu hem de gazetecilerin yorumlama özgürlüğünü ortaya çıkardı. Basın Kanunu’nun 3. maddesi basının özgür ve bu özgürlüğün bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerdiğini kaydetmiştir. 

1927’de radyo yayınlarının başlaması ve haberlerin Ajans adı altında radyodan verilmesinden sonra basın kavramı, yazılı ve sözlü olarak değerlendirilir oldu. Böylece matbuat, basın yayın haline geldi. 1968 yılında televizyonun kuruluşu ise yazılı ve sözlü yayının yanına görsel yayını ekledi. Yazılı basının dili doğrudan yazıya, radyo dili söze, televizyon ise hem göze hem söze dayalıdır. Gazetelerin satış rekorları kırdığı o yıllarda, basın için dördüncü kuvvet deyimi paylaşıldı. Siyasi partiler gibi basın da demokratik rejimin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edildi. 1990’lı yıllarda özel radyo ve televizyonların yanı sıra internetin gelişmesi, İngilizcenin etkisiyle, basın-yayın kavramının dışında medya terimini ortaya çıkardı. Çünkü 8 gazetesi, 25 kanalı, 4 dergi ve kitap yayın şirketi, 7 adet kitap dergi dağıtım şirketi, 21 internet sitesi, Avrupa’da 5 yayın kuruluşu, basın yayın alanında 11 ortaklığı ve bir de banka ortaklığı bulunan grup için basın-yayın demek oldukça hafif kalıyordu. Ana haber sunucuları bile kendilerine anchorman dedi ama kadın sunucular ekranda çoğalınca bu kavram rafa kalktı. Aynı yıllarda yazılı basının etkinliği ne yazık ki radyo ve televizyonların gerisinde kalmaya başladı ve medya sözü yaygınlaşarak basını da içine aldı. Radyo, televizyon ve gazete yayınlarını birlikte yapan kuruluştur medya. Bu gücü elinde bulunduran kuruluşlara hem ayrı ayrı hem de birlikte medya deniliyor. Medya aslında ‘iletişim araçları’ demektir, çoğuldur; bazen kullanımda tekilleşse de basınlar denilmeyeceği gibi medyalar da denilmemelidir. 

Medyanın sahip olduğu stratejik nitelikler, hükümetlerin veya orduların gerçekleştiremeyeceği sosyal ve psikolojik amaçlara ulaşmak için bire bir çözüm fırsatları sunar. Yurt dışına yapılan yayınlar, bunun en açık örneğidir. Bu yüzden de medya, dördüncü güçtür.

Türkiye’de bugün yaklaşık 4058 gazete ve dergi, 498 televizyon ve 952 radyo istasyonu bulunuyor. TGS’ye göre sektörde 27 bin civarında gazeteci varken basın yayınla ilgili üniversitelerden her yıl 15 bin civarında öğrenci mezun oluyor. Bu durum, ortada muazzam bir beyin gücünün ve bunun yanında hazır kuvvet olarak genç beyinlerin de bulunduğunu gösterir. 

İletişim özgürlüğüne karşı sınırlamalar, Anayasanın 28. maddesine göre ancak yasayla getirilebilmektedir. Maddeye göre basın hürdür ve sansür edilemez. Aynı maddeye göre devlet, haber alma hürriyetini sağlayacak tedbirleri alır. Basının, görevini kanunlar çerçevesinde yapabilmesi, rejimin sağlıklı işlemesi için de gereklidir. Örneğin 10 Ekim 2015 günü Ankara Garında IŞİD adlı örgütün düzenlediği terör saldırısında 103 kişinin katledilmesiyle ilgili olay görüntülerinin yayını, RTÜK tarafından kanunun verdiği yetkiye dayanarak yasaklanmıştı. Yasağın gerekçesinin, yaptığı eylemi başarı gibi gören ve göstermek isteyen bir terör örgütünün, amacına hizmet etmek olduğu belirtilmişti. Basın mensupları ise bu yasağın halkın haber alma hakkının kısıtlandığını kaydederek yoğun eleştiriler yöneltmiş, bazı yayın organları bu yasağa uymamıştı. Nitekim bir süre sonra bu yasak mahkeme kararıyla kaldırıldı. 1 Temmuz 2024 günü yapılan yargılamada suçlu bulunan 10 terörist, müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Görüldü ki basın bu haberi vermekle teröristlerin amacına hizmet etmediği gibi, terörün gerçek yüzünü göstermiş oluyordu.  

Gazeteciler Cemiyeti’nin düzenlediği konferansta yapılan sunumlarda, ifade ve medya özgürlüğü konusunda çok değerli düşünceler ortaya konuldu. Verilen bazı örneklerden; ruhunu satmamış, cesur ve ülkesini, halkını seven bir medyanın ne kadar gerekli olduğu anlaşıldı. Medya özgürlüğü konusunda ise Atatürk, durumu tek cümleyle açıklamıştı: “Basın hürriyetinden doğan mahzurların giderilme vasıtası, yine basın hürriyetidir.”