Utku ŞENSOY Asgari ücret artışıyla ağzına bir kaşık bal verilen yurttaşların canı, peş peşe gelen motorin, elektrik, doğal gaz zamları ve artan gıda fiyatlarıyla hayli sıkıldı. Hük...

Utku ŞENSOY Asgari ücret artışıyla ağzına bir kaşık bal verilen yurttaşların canı, peş peşe gelen motorin, elektrik, doğal gaz zamları ve artan gıda fiyatlarıyla hayli sıkıldı. Hükumet, israfın önlenmesi konusunda yurttaşlardan “fedakarlık” isterken, sadece kamu lojmanları için yıllık 4 milyar liralık gider kalemi olması, binlerce lüks makam araçlarıyla saltanat ve israfta geri adım atılmaması, kamu harcamalarının dizginlenememesi, içinde bulunduğumuz bu zor kış şartlarında ekmek kuyruklarında helak olan yurttaşlar için hazmı zor oluyor. Kemer sıkmanın, fedakarlığın her seferinde yurttaşlardan istenmesi, özellikle hayat pahalılığından canı yanan “dar gelirlinin” ve “sorgulayan yurttaşın” zaten dengesiz olan kimyasını iyice bozdu. Pandemi döneminde on binlerce yurttaş işini kaybedip, çok sayıda iş yeri kepenk indirirken, istisnai memuriyetle liyakati yetmediği, hak etmediği kadrolara sınavsız girip, kamu kurumlarındaki en ballı kadrolara yatay geçmesi yürekleri sızlattı. Bu atamalarla hak gaspı yapılıp, kul hakki yenmesi, içinde bulunduğumuz günlerde sosyal medyada en çok tartışılan “ülkenin gerçek gündemlerindendi”. Sanatçının, sporcunun, siyasetçinin kamuoyunda göz önünde olanların sevenleri kadar sevmeyeni de olur, onların eleştirilmesi demokrasilerin gereğidir, doğaldır. Cumhurbaşkanlığı makamı da siyasi parti liderleri de “ifade özgürlüğü” çerçevesinde basın-yayın yoluyla eleştirilebilir. Ancak, çirkin sözleri kınamamak mümkün değil, “kimsenin suç işleme özgürlüğü de olamaz”, maksadını aşan sözler olduğunda savcılık makamları o kişiyi ya da gazeteciyi davet eder o da gider savunmasını yapar, varsa bir suç unsuru gereken yapılır. Konumuz sanatçıyı, sporcuyu, siyasetçiyi sevip sevmemek değil, onlara yönelik eleştirilerimizde giderek alışkanlık haline gelen genel üslubun seviyesizliği! Buna hemen her gün siyasilerin açıklamalarında, meclis kürsülerinde, ekranlardaki tartışma programlarında gazete sayfalarında tanık oluyoruz. Siyasiler kürsüdeki konuşmalarında, gazeteciler, konuşmacılar da ekranlardaki canlı yayınlarda “gaza gelip” düzeysiz, kastı aşan sözler sarf etmeyi ne yazık ki bir alışkanlık haline getirdiler. Kürsü, canlı yayın son derece tehlikelidir. Yıllarca ekranlarda canlı yayın haber-programları yapmış biri olarak, sarf edilen kelimelere çok dikkat edilmesi, “gereksiz sözlerin” toplumda infial yaratmaktan, ayrıştırmaya yol açmaktan başka bir şeye yaramadığını ifade edebilirim. Benzer durumlar en üst düzeyde uluslararası arenada da görülüyor. Son olarak ABD Devlet Başkanı Joe Biden'ın Rusya-Ukrayna krizi konusunda yaptığı gaf ile yaşandı. Moskova, Ukrayna sınırına yaptığı 100 bin askerlik yığınağı her geçen gün genişletirken, ABD Başkanının, "Rusya'nın küçük bir alanı işgal edeceğini düşünüyorum" sözleri Ukrayna ve Batı cephesinin tepkisini çekerken, rakibi Putin’in eline büyük bir koz verdi. AKSU-KABAŞ Sanatçı Sezen Aksu’nun, 2017’de yazdığı "Şahane Bir Şey Yaşamak" adlı şarkısının sözleri nedeniyle, gazeteci Sedef Kabaş’ın da televizyon programında söylediği sözler nedeniyle hedef alınması son günlerin en çok tartışılan konulardandı. Gazeteci Kabaş’ın televizyonda atasözlerinden alıntılar yaptığını söylediği cümlelerle Cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle, canlı yayının ardından gecenin ikisinde evinden derdest edilip önce gözaltına alınması, ardından tutuklanması, basın kuruluşlarınca, “basın ifade özgürlüğünün ihlali” olarak nitelendirildi. Kabaş’ın o sözleri kimilerine göre gereksiz ve maksadı aşan, bazı çevrelere göre de hakaretamiz kabul edilemez ve cezalandırılması gereken bir davranıştı. Gazetelerdeki köşelerinde, televizyon programlarında gazetecilerin ya da kürsülerde siyasilerin üslup bozukluğuna, çirkin sözler sarf etmelerini kınayıp tepki gösterilebiliriz, ancak ifade özgürlüğü hiçe sayılıp, çifte standart uygulanarak yapılan yargılanmalara karşı da tavır koymalıyız. Bu iki olaydaki kişiler gazeteci, sanatçı ve kadın olmayıp sıradan yurttaşımız da olabilirlerdi, Siyasi parti liderleri, seçilmişler-atanmışlar, kamu görevlileri, güvenlik güçleri ve özellikle de devleti yönetenler, maruz kaldıkları eleştirinin ardından rakiplerini hedef alırken, kamuoyu önünde sözlerine pek de özen göstermeden ağızlarına geleni söyleyebilme özgürlüğüne sahipler. Ancak iş farklı görüşten bir gazeteciye, sanatçıya, yurttaşa gelince, savcılar, yargı durumdan vazife çıkarıyor. İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ 1950’de Roma’da kabul edilen, Türkiye’nin 20 Mart 1952’de imzaladığı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10’ncu maddesinde yer alan, “Her fert ifade ve izhar hakkına maliktir. Bu hak içtihat hürriyetini ve resmî makamların müdahalesi ve memleket sınırları mevzuubahis olmaksızın, haber veya fikir almak veya vermek serbestisini ihtiva eder” cümlesi, günümüz Avrupa’sı ve Batı toplumlarının en hassas olduğu konuların başında gelir. “İfade özgürlüğü”, demokratik bir toplumun asli temellerindendir, düşüncelerin serbestçe açıklanabilmesi demokrasinin temelidir ve seçilenlerin yanında seçmenlerin de düşüncelerini açıklayabilmesi gereklidir. Kaldı ki, “tanınmış kişilere yönelik eleştirilerin ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi yolunda AİHM’ in kararı da mevcut”. Demokrasinin özünde muhalefet edebilme, şiddet içermeyen her tür ifadenin özgürce dile getirilmesinin esas olduğu unutulmamalı. İfade özgürlüğünden söz etmişken, ülkemizin kurtarıcısı ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik yoğun saldırıların son yıllarda görmezden gelindiği hepimizin malumudur. İktidarıyla, muhalefetiyle siyasi liderler kastı aşan ya da yakışıksız eleştirilere maruz kaldıklarında, “değerlerimize, şahsımıza yönelik sözlerinizle bizi üzdünüz” şeklinde alçak gönüllü serzenişlerde bulunarak, ortamı, gerilimi yumuşatacak sözler söyleseler çok daha kucaklayıcı ve etkili olmazlar mı? Her şeye rağmen ülkenin esas sahibinin yurttaş olduğu göz ardı edilmemeli, halktan ya da medyadan gelebilecek sert eleştiriler karşısında siyasiler ve yönetenler “siyasi rant ya da safları sıklaştırma amacıyla” üsluplarını bozmamalı. Nasıl ki gazetecinin üslup bozukluğunu uygun görmüyoruz, “Dil koparmak” türünden talihsiz, kastını aşan sözleri de yönetenlere yakıştıramıyoruz. Devleti yönetenler, siyasi parti başkanları ve sözcülerinin yanı sıra, toplumun önde gelenleri, kanaat önderleri, medya mensupları, televizyon kanallarında boy gösteren akademisyenler, konuşmacılar gerilim içeren ayrıştırıcı üslup yerine, derdi bin olmuş yurttaşları sakinleştirip, birleştirecek bir dil kullanmaya özen gösterseler daha doğru olmaz mı? Makamlar da, siyasiler de hatta siyasi partiler bile gelip geçicidir, biri gider diğeri gelir, ama benzer açıklamalardan ruh hali-kimyası bozulup huzuru kaçmış, demokrasiye, hak ve özgürlüklere olan inancını yitirmiş yurttaşlar bu topraklardaki hassas toplumsal barışımız açısından tehlikelidir. Her fırsatta her konuda topu “dış mihraklara” atmak yerine, örnek olup, kendimize çeki düzen verip üslubumuza özen göstermeli, kimseyi ötekileştirmemeliyiz. Seçim sathı mailine girdiğimiz bir dönemde bu tür hamaset hatalarıyla gerilim yaratırsak, olay toplum olarak çok ağır bedeller ödeyeceğimiz bir noktaya gidebilir. Bunu önlemek için, siyasi liderlerin üsluplarına azami dikkat göstermesi, gazetecilerin de yandaşlık aşkıyla tutuşup amigoluğa soyunmaması gerekir. “Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez, dilin cirmi küçük, cürmü büyüktür!”