Eğer ille de Kıbrıs’ta bir yeni ortaklık oluşturulacak ise geçmişin “acı ve hüsran dolu anıları” dikkate alınıp tekrarı etkin şekilde alınacak önlemlerle engellenmeden, yani “tarihe rehin olmadan” ama “tarihten de gerekli dersleri” alarak güçlendirilmiş bir önlemler paketiyle yeni ortaklığa girmek gerekmez mi?
Yusuf Kanlı
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin kişisel elçisi Maria Angela Holguin’in Cumartesi günü tamamlanan son tur Kıbrıs temaslarıyla ilgili açıklamalarını dinlerken kendimi bir anda hiç de yeni olmayan bir tartışmayı yeniden yaşıyormuş gibi hissettim.
BM genel sekreterinin kişisel elçisi her ne kadar da öncesinde, “Bazı zamanlar, bütün yolların denendiği ve değişimin mümkün olmadığı görülür ancak farklı hayat hayalleri kuran toplumların dayanıklılığını meydana çıkaran, umudun gerekli ve zorunluluk olduğunu gösteren sesler de her zaman vardır” cümlesiyle sanki felsefi bir beyanatta bulunuyor gibi görünse de; “Geçmiş, acı ve hüsran dolu anıları beraberinde getirebilir, ancak aynı zamanda da bize geleceği inşa etmemize ve tüm Kıbrıslıların yararına çözümler üretmemize yardımcı olacak dersler de sağlar" sözleriyle de sil baştan “tarihe rehin olmamak gerekir” pragmatizmine kapıyı ardına kadar açıyordu.
Tarihe rehin düşmek…
Kıbrıs sorununda aynı hataları tekrarlama lüksü olmadığı, yaşananlardan ders çıkarılması gerektiği, hep aynı şeyleri aynı metodlarla yapıp farklı sonuç beklemenin aptallık olacağını vurgulayanlar her nedense neredeyse her dönemde sanki çözümü istemeyen kişiler olduğu suçlamasına maruz kaldı, “tarihe rehin” düştüğü iddia edildi.
Eğer bir yerde bir baraj yapılmış, bu barajdan verimli tarım arazilerinin sulanması hedef edilmişken yeterli güvenlik önlemleri alınmadığından birileri barajı patlatıp bazı ortakların tarlalarını sele maruz bırakmış, ürünlerini, hayatlarını tehdit altında bırakmışsa ve aynı yerde bir kez daha baraj yapılacak ise önceki deneyim iyice incelenmesi, gerekli dersler çıkarılıp bu kez daha güçlü güvenlik önlemleri alınması gerekmez mi?
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti bir baraj inşası ise; Türkler ve Rumlar bu barajdan yararlanacak iki çiftlik sahibiyseler; çiftlik sahibi ortaklardan birisi barajı patlatıp diğer çiftliğin topraklarını sele maruz bırakmış, mahvetmiş ise, eğer iki çiftlik tekrar ortak bir baraj kuracaksa bir önceki felaketi, sonuçlarını dikkate almak zorunda değiller mi?
Eğer ille de bir yeni ortaklık oluşturulacak ise geçmişin “acı ve hüsran dolu anıları” dikkate alınıp tekrarı etkin şekilde alınacak önlemlerle engellenmeden, yani “tarihe rehin olmadan” ama “tarihten de gerekli dersleri” alarak güçlendirilmiş bir önlemler paketiyle yeni ortaklığa girmek gerekmez mi?
Bu sözler Denktaş’a ait
Bu bahsettiğim sözler, düşünceler rahmetli kurucu liderimizin defalarca niye Kıbrıs’ta bir çözüm olacak ise 1963’e gidiş sürecinin ve 1963-1974 döneminin bir daha yaşanmayacağının yeni çözümün temel taşı olacağını; 1974’ten bu yana sağladığı gibi adada barışın tek garantisinin Türkiye’nin caydırıcı gücü ve adadaki mevcudiyeti olacağını, Türk askerinin bir kez daha adadan çekilmesinin Kıbrıs Türk halkının mahvına yol açacağını muhataplarına izah etmeye çaılşırken kullandığı cümlelerin sadece bir tekrarıdır.
Rumların kabulde büyük sıkıntı çektikleri siyasi eşitlik ilkesinin ve egemen eşitlik talebinin arka planında Kıbrıs Türklerinin bu temel ve vazgeçilemez değerlendirmeleri vardır. Kıbrıs Rumlarının defalarca reddettikleri siyasi eşitlik kavramının kabulü bırakın federasyonu imkansız hale getirmesini, esasında 1960 ortaklık cumhuriyetinin yıkılma sebebi de değil midir? Bu konuda milim ilerleme yapmadan 60 yılı aşkın süre güya federasyon görüşür gibi yaparak kuruluş anlaşmalarına ve ortaklık devleti anayasasına aykırı bir şekilde Kıbrıs Türklerini kovarak oluşturdukları sadece Rumlardan oluşan hükümetin adanın tek meşru yönetimi olduğunu konsolide etmeye yoğunlaşan tüm Rum yöneticiler esasında adada yeni bir ortaklık devleti olasılığını da öldürdüler.
Takvim yok ancak…
BM genel sekreterinin kişisel temsilcisi adadaki iki tarafla yaptığı görüşmeler sonrasında yaptığı açıklamada Kıbrıs ile ilgili atacağı adımlarda “herhangi bir takvim” olmadığını, bir sonraki temaslarının veya şimdi hangi ülkelerin temsilcileriyle görüşeceğinin henüz belirlenmiş olmadığını söylese de bir doğal takvim var. Öncelikli olarak 31 Mart Türkiye yerel seçimlerine kadar herhangi bir ilerleme yaşanabilmesi mümkün değil. Türk tarafı görev süresinin altı ay olduğunu söylemekte olsa da atama kararında zaman sınırlaması olmayan kişisel temsilcinin esas görev süresinin ancak 31 Mart tarihinden sonra başlayacağını söylemek bu açıdan yanlış olmayacaktır.
Yine de esasa yönelik bir değişiklik olmadan, herhangi bir ilerlemenin mevcut beklentiler daha gerçekçileriyle ikame edilmeden herhangi bir ilerleme sağlanması mümkün olmayacaktır. Önümüzdeki dönemde adadaki iki halkın ilişkilerini ve yaşam şartlarını kolaylaştıracak ufak adımlarla ilerlemek, adına güven artırıcı önlemler demesek de fiili olarak adada anlayışı ve “ortak yaşamı” cesaretlendirecek bir sürecin orta vadede daha cesaretli adımlara yol verebileceği düşünülmelidir.
Nisan ayında bazı Avrupa başkentleri ile görüşeceğini ve belki “bir süre sonra yeni bir şeylerle” geleceğini söyleyen kişisel temsilcinin torbasında şu anda birşey olmasa da belli ki bazı düşünceleri var. Bunlar ne? Şimdilik ne desek sadece spekülasyon olacaktır.