Yusuf KANLI
Hayat enteresan. Hiç daha önce bulunmadığın, herhangi bir şekilde senin veya atalarının bağı bulunmadığı coğrafyalara karşı bir yakınlık hissedebilirsiniz.
Ma...
Yusuf KANLI
Hayat enteresan. Hiç daha önce bulunmadığın, herhangi bir şekilde senin veya atalarının bağı bulunmadığı coğrafyalara karşı bir yakınlık hissedebilirsiniz.
Malta, mesela. Yıllar önce bir aralık sabahı uçağımız havaalanına inip, kapılar açıldığı zaman kendimi evimde hissetmiştim. Önce, “Doğaldır, nihayette burası da Kıbrıs gibi bir Akdeniz adası” dedim. Tarlaların kenarlarındaki bir metre yüksekliğinde, dokunsan yıkılacakmış görüntüsü veren taş duvarlar, sanki dedemin Elanozlardaki zeytin bahçesinin duvarları gibi idi. Aynı kireç taşı, beyaz toprak ve havadaki maki, süpürge otu, kekik her ne ise çıkaramadığım ama o çok tanıdık koku. Gözlerimi kapadım, sanki çocukluğumda Lefkoşa’dan Kotsiakis’deki dede çiftliğine gidiyormuşum gibi o özlem dolu havayı içime çektim yol boyunca.
Sonra, kasabaları, Malta şövalyelerinin bıraktığı ayak izlerini dolaşırken fark ettim. Birçok açıdan benzer de olsalar, Kıbrıs ile çok farklıydı o Akdeniz ada devleti. En önemlisi her ne kadar ada halkını oluşturan iki unsur birçok farklı özelliklerini korumuşlarsa da ortak bir kültür, dil ve hatta birlikte bir gelecek kurma becerisini gösterebilmişlerdi. Vatanım değildi Malta ama keşke benim vatanımın halkları Maltalılar kadar uzlaşabilme, ortak bir gelecek kurabilme becerisi gösterselerdi. Kim haklı, kim haksız gerçekten de buy noktada pek fark etmiyor. Onlar aynı kızartan güneşin altında başardı, biz inadına başaramadık ve bu noktadan sonra ancak belki boşanarak beraber yaşamanın anlamını kavrayabilecek noktadayız. Bu açıdan Avrupa Birliği de oynayabileceği altın bir rol ile karşı karşıya, ama maalesef o da farkında değil bu imkanın. AB içerisinde iki devlet, aslında dolaylı federasyon ve belki de bir süre sonra daha samimi bir düzenlemenin çerçevesi olabilir.
İlk tarifeli doğrudan seferle Delhi’ye indiğimizde muhteşem bir ses ve görüntü kalabalığı karşıladı bizi. Muhteşem ve on yıllar boyunca Hollywood ünlüleri, tarihi şahsiyetlerin konakladığı tarihi bir otelde kaldık. Agra, Taj Mahal, Jaipur ve daha birçok yeri ziyaret ettik ama benim takıntım Hindistan yetkililerin o dönemde yaşanan şiddet nedeniyle kimseye seyahat vizesi vermedikleri Kaşmir’i, Srinagar’ı, Mogul Bahçelerini ziyaret etmek idi.
Bir rehber eşliğinde ve çok sıkı güvenlik önlemleriyle Srinagar’a vardık ve daha önce Hilton otel olan ama o günlerde devlet konuk evi olarak hizmet veren, kum torbaları arkasına saklanmış otelimize vardık. Bizi misafir edenler, saha birkaç gün önce yerel yöneticiye suikast düzenlenmesi, yaralanması nedeniyle çok endişeliydiler güvenliğimizden. Halbuki ben çocukluğumdan beri platonik olarak kendimi Keşmirli addettiğimden olacak son derece mutlu idim orada bulunmaktan.
Yerel yöneticiler, askerler ile görüşüp, hayal ettiğim Mogul Bahçelerini ve hatta Vali Konağını ve yanı başındaki muhteşem koruyu, Dal gölünü dolaştıktan sonra bir şekilde Müslüman muhaliflerle de temas edebilmiş, onları dinleme imkanı da bulabilmiştim. Hindistan ve Pakistan arasında bir barış cenneti olabilecek ve herkesten önce iki ülkeye ve bölgeye muhteşem katkıları olacak Keşmir sorununun çözülememesi ne kadar üzücü. Keşmir’den ayrılırken sanki Kıbrıs’tan ayrılıyormuş gibi buruk hissettim. Pakistan bölümüne ise maalesef çıkan fırsatlar ya deprem ya başka sorunlar nedeniyle hep ertelendi. Kısmet.
Yıllar önce, 1990’larda. Daha henüz ateşkes ilan edilmemiş. Dağlık Karabağ'da Rus destekli Ermeni saldırıları ilerliyor. Şehirler, reyonlar ardı ardına Ermenilerin eline geçiyor. TRT ve AA ekibi olarak savaşı izliyoruz, içimiz parçalanıyor kaçkınları gördükçe, perişanlığa ve acımasızlığa şahit oldukça. Bir an geldi, bir yan İran, üç yanımız Ermeni askerlerinin işgal ettiği topraklar; kuşatıldık. Birkaç dakika değerlendirdikten sonra "yakalanırsak en fazla işkence görürüz, İranlılar bizi öldürmez, bir süre sonra Türkiye'ye iade eder" deyip İran topraklarına girdik. İran Azerbaycanlı kaçkınlar rahat özgür bölgelere ulaşsınlar diye büyük bir insanlık örneği sergileyerek, sınırlarını 30 kilometre kadar ileriye aldığından, rahatça giriyoruz İran topraklarına. Hatta benzin biten aracımıza terk edilen bir askeri garnizondan bir büyük bidon benzin de "ödünç" alıyoruz. 90 kilometre kadar sınır boyundan gittikten sonra tekrar Beylegan civarında Azerbaycan toprağına dönüyoruz. Surat Hüseyinov darbe yapmış. Nahcivan'dan gelen Haydar Aliyev olağanüstü hal ilan etmiş Meclisi Ali Reisi sıfatıyla. Gece yarısını geçtiğinden, sokağa çıkma yasağını delmiş olacağımızdan çeşitli tehlikeler doğabileceğinden ana yoldan değil, tali yollardan Bakü'ye doğru yola devam ediyoruz.
Gece 03;45 civarında bir çiftliğin ışıklarını görüyoruz. Nerdeyse 20 saattir yememiş, içmemiş olduğumuzdan tükenmiş vaziyetteyiz. Eğer asker varsa teslim oluruz deyip ışığa doğru ilerliyoruz. Kapıya çok az kala gür bir ses duyuyoruz. "Hatun kalk, konaklar var!" Türk kültürü. O saatte tandır yakıldı, ellerindeki birkaç tavuk pişirildi. Bağdan üzüm getirildi ve bize mükellef bir ziyafet verildi. Bu arada sohbette öğrendik. Bizi misafir eden, pürüzsüz "Kıbrıs şivesi" benzeri bir şiveyle konuşan bu insanlar Agdam göçmeniydiler. Bir akrabaları onları geçici olarak o bağ evine yerleştirmişti. Gözlerden yaşlar boşandı. O akşam hayatımın en müthiş deneyimlerinden birini yaşadım. Bir kez daha da gerçek vatanın lisan olduğuna kani oldum.