Bugün II. Meşrutiyet’in ilanının 116’ncı yıl dönümü. “Hürriyet Devrimi” ve sansürün reddedilişinin tarihsel önemini kavrayabilmek dönemin karakterini doğru anlamaktan geçiyor.

Gökhan Bulut

Tarih basitçe bir geçmiş anlatısı değildir.

---

Bugün II. Meşrutiyet’in ilanının 116’ncı yıl dönümü. “Hürriyet Devrimi” ve sansürün reddedilişinin* tarihsel önemini kavrayabilmek dönemin karakterini doğru anlamaktan geçiyor.

---

Söz konusu dönem ve sansür, çokça yapıldığı gibi, “Abdülhamid’in paranoyaklığı” veya “yasaklı sözcüklerin gülünçlüğü” ile anlaşılamaz. Abdülhamid döneminin sansürü basitçe “saray karşıtı haber ve yazıların engellenmesi” de değildir. Kendisinden önceki sansür uygulamalarının artarak kurumsallaştığını gördüğümüz bu dönemin hedefinde Osmanlı’daki demokratikleşme hareketleri bulunuyor. Abdülhamid, padişahın neredeyse sonsuz yetkisini sınırlandıran anayasanın (Kanun-i Esasi) kabulü ve Meclis-i Mebusan’ın açılması şartıyla tahta çıkarılmıştı. İki sene içinde tüm işlevlerini törpülediği Meclis’in çalışmasını rafa kaldırarak ve anayasayı askıya alarak mutlak monarşiyi -öncesinden de daha sert şekilde- tekrar işleten Abdülhamid, Osmanlı devletinin çöküşünü de hızlandıracaktı. Bağımsızlık hareketlerinin arttığı, “toprak kayıplarının” önlenemediği ve kapitalizme geçişin emperyalizmin istilasına tabi kılındığı bu dönemde aydınlanma düşüncesi Fransız Devrimi’nin etkisiyle güçleniyor ve yayınlar aracılığıyla genişliyor, yüksek eğitimli bir aydın hareketi de halkta karşılık bulmaya başlıyordu. Bir yandan kapitülasyonların ekonomik yükü halka vergi olarak yansıtılıyor diğer yandan Saray ve çevresi gösterişli yaşamına devem ediyordu. Bu durumun yarattığı tepkiler özellikle 1906’dan sonra ülkenin pek çok yerinde büyük mitinglere ve direniş hareketlerine dönüşüyordu. Tanzimat’tan beri gelişen güçlü bir kadın hareketi ve basını varlığını sürdürüyordu. Eğitimde ve hukukta laiklik talepleri giderek yükseliyordu. Öte yandan mutlak monarşilere karşı 1905 Rus Devrimi ve 1906 İran Devrimi gibi başarıyla sonuçlanan halk hareketlerinin etkisi de ülkeye yayılıyordu.

İşte tüm bunlar ve daha fazlası temel olarak basına sansürle bastırılmaya çalışılıyordu. Sansür memurları geceleri gazeteleri dolaşıyor, sabaha kadar çalışarak sakıncalı buldukları tüm yazıları sayfalardan çıkarıyordu. “Pul vergisi” ile gazeteler ekonomik açıdan zayıflatılıyor; basın Saray’ın resmi veya gayri-resmi yollarla aktardığı paralara bağımlı hale getirilerek kişiliksizleştiriliyordu. Gazete kapatmalar, yurt dışı yayınların ülkeye giriş yasakları ve gazeteci sürgünleri gün geçtikçe artıyordu. Bazı anlarda Abdülhamid’in paranoyak kişiliği kimi gülünçlüklere de neden olmuyor değildi fakat asıl mesele Abdülhamid’in burnunun değil ölüm döşeğindeki “hasta adam”ın gözden kaçırılmasıydı.

Makedonya’da başlayan direniş ve ayaklanma, II. Meşrutiyet’in ilanını kaçınılmaz kılmıştı. 23 Temmuz’da gazetelere gönderilen yazılarla meşrutiyetin ilan edildiği duyuruldu. O gece sansörler gazetelere alınmadı. Sayfalar eksiksiz ve Hürriyet Devrimi’ni kutlayan yazılarla çıktı. Padişah’ın yetkileri Kanun-i Esasi’den de ileri kimi düzenlemelerle tekrar kısıtlanacak; sansürün reddedilişinin ardından gazete sayıları İstanbul’da 52’den 377’ye, tüm ülkede 120’den 730’a yükselecekti. Kendi içinde oldukça sancılı bir dönem başladığı daha sonra ortaya çıkacak olmakla birlikte sansürün reddedilmesi ilerici düşünce akımlarını güçlendirecek ve çeşitli kurtuluş fikirleri halka yayılmaya başlayacaktı.

---

Türkiye’nin bugünün anlamaya çalışırken belki de en çok karşılaştırma yapılan dönem  “İstibdat Rejimi” diye anılan 30 yıllık Abdülhamid iktidarıdır. Abdülhamid, Recep Tayyip Erdoğan’ın en çok atıf yaptığı ve öykündüğü isim olarak da biliniyor. Erdoğan’ın aktüel siyaset sahnesine Osmanlı’nın çok daha haşmetli ve simgesel özelliği daha yüksek padişahlarını değil de Abdülhamid’i çağırması tesadüf olmasa gerek. 

---

Eğer Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin tesis edildiği 2017 Anayasa değişikliğine bakılacak olursa Kanun-i Esasi’nin (1876) en temel özelliklerini taşıdığı görülecektir. O günlerde, gücünü Tanrı’dan ve soydan alan mutlak monarkın yetkilerini sınırlandırması itibariyle demokratikleşmeye doğru ilerici bir adım olarak görülebilecek meşruti monarşinin bugün itibariyle parlamenter demokrasiden geriye doğru bir adım anlamına geldiği açık. Demokratikleşme vaadiyle tahta çıkarılan Abdülhamid’in seçimle gelen milletvekillerinin görev yaptığı meclisi 1878’de lağvederek ve yasama-yürütme-yargı yetkilerini kendisinde toplayarak 30 yıl boyunca uyguladığı “tek adam” rejiminin her alanda bir çöküş sürecini getirdiği de.

---

Günümüzden pek çok örnek ve olay sıralanabilir ama özellikle “Sansür Yasası”nın yürürlükte olduğu şu günlerde 24 Temmuz’un “Basın Bayramı” değil “Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü” olduğunu bir kez daha hatırlamak gerek.

Ve basın özgürlüğü mücadelesini de ifade eden o güçlü sloganı da bir kez daha hatırlamalı: Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet!

---

Tarih basitçe bir geçmiş anlatısı değil onu aşarak kurulacak yeni ve özgür bir gelecek çağrısıdır.

______

*24 Temmuz sansürün “kaldırılışı” olarak anılmakla birlikte sansür uygulamasının kaldırılması söz konusu değildir. II. Meşrutiyet ilan edilmiş olsa da sansür memurları (sansörler) gazetelere yine gitmiş ve denetim yapmak istemişlerdir. Memurlar gazeteciler tarafından bürolara alınmamış, denetim yapmaları engellenmiş ve sansür bu yolla reddedilmiştir. “Kaldırılması” yerine “reddedilmesi” kullanmak, gazetecilerin sürecin pasif bir bileşeni değil aktif bir eyleyeni olduğunu ifade etmesi bakımından da önemli ve gerçeğe daha yakındır.