Kim Biden’ın tercihinin "Amerika önce" olacağını düşünürdü? Haftalardır süren sağlığı ve mental kapasitesiyle ilgili yıpratma kampanyasından sonra ABD Başkanı Joe Biden, yeniden aday olmama kararı aldı ve bu beklenmedik, eşi benzeri görülmemiş bir hamle olarak karşımıza çıktı.
Yusuf Kanlı
Kimse onu istifaya zorlayamazdı, ama nihayetinde doğru olanı yaptı ve yeniden seçilme hayalinden vazgeçti. Bu çok tartışılan, umulan ama nedense pek ihtimal verilmeyen karar, siyaset analistlerini ve vatandaşları şaşkına çevirdi. Politikacılar ne zamandan beri isteyerek iktidardan feragat ediyor? Ama işte buradayız, Biden'ın "Amerika önce" olarak siyasi mirasını yeniden tanımlandığı bir ana tanıklık ediyoruz.
Ancak saf olmayalım. Biden, zarif ya da hızlı bir şekilde boyun eğmedi; her yandan itildi, dürtüldü ve baskı altında kaldı. Nihayetinde siyasi hırsları yerine ülkeyi seçmesi, ani bir aydınlanmanın değil, karşılaştığı muazzam baskının bir kanıtıdır. (Kim onun tercihinin "Amerika Önce" olacağını düşünürdü?)
Sonsuz kampanya
Seçime daha 100 günden fazla bir süre kalmışken, Amerikan siyaseti, çoğu demokrasideki tüm kampanyalardan daha uzun süren bir sonsuzluğa girmiş durumda. Zaman ilerledikçe, Donald Trump'ın geri dönüş hayaleti büyük bir tehdit oluşturuyor. Trump, bu öngörülemeyen siyasi ortamda favori olmaya devam ediyor, ancak her şey olabilir. Biden’ın başkan yardımcısı Kamala Harris, şimdi Demokrat aday olarak sahneye çıkıyor. Ancak, zafer yolunda karşılaştığı engeller, özellikle Biden'ın Gazze'deki İsrail'in saldırgan politikalarına verdiği güçlü destek, onun işini zorlaştırıyor.
Kamala’nın ikilemi
Kamala Harris'in adaylığı bir paradoks. Gazze'deki bombalamaları desteklerken, demokrasiyi temel alan bir kampanya nasıl yürütülebilir? Harris'in kendi geçmişi de işleri kolaylaştırmıyor. 2017'de, İsrail'i kınayan bir BM Güvenlik Konseyi kararına karşı bir karar tasarısı sunduğunu gururla duyurmuştu. ABD'nin İsrail'e 38 milyar dolarlık askeri yardımını desteklediğini vurgulamış ve iki ülke arasındaki kritik savunma ilişkisinin önemine dikkat çekmişti.
Harris, kampanyası için hazırlık yaparken, bu eylemlerini mevcut siyasi duruşuyla nasıl uzlaştıracak? Biden’ın politikalarından yeterince uzaklaşarak yeni bir perspektif sunabilecek mi yoksa geçmişteki onaylarının hayaletleriyle mi mücadele edecek?
Netanyahu’nun kongre sirki
İşte tam da bu ortamda Netanyahu’nun ABD Kongresi'ne hitap etmesi sanki tam da “tüy dikti” espirisine örnek gibi oldu. İsrail başbakanı birçok yanlış beyan ve düpedüz yalan içeren Kongre konuşması sırasında defalarca ayakta alkışlandı. Gazze çatışmasıyla ilgili iddiaları, ya da yalanları, özellikle çarpıcıydı:
1. Düşük Sivil Kayıplar: Netanyahu, Gazze'deki düşük sivil kayıpları övdü, oysa doğrulanmış ölüm sayısı 40,000'e yaklaştı ve bunların çoğu kadın ve çocuklardı.
2. Önleyici Tedbirler: İsrail'in sivillere zarar vermemek için benzeri görülmemiş önlemler aldığını iddia etti. Ancak Biden yönetimi bile İsrail’in eylemlerinin uluslararası insancıl standartların gerisinde kaldığını kabul etti.
3. Hamas’ın Gıda Hırsızlığı: Netanyahu, Hamas’ın sivillere yönelik gıdaları çaldığını iddia etti ve Gazze’ye insani yardımın girmesini engelleyen İsrail kısıtlamalarını görmezden geldi.
4. Rafah Kayıpları: Rafah’ta İsrail operasyonlarından kaynaklanan sivil kayıplar hakkında yalan söyledi, oysa İsrail'in burada birçok sivilin ölümüne neden olan saldırıları olmuştu.
5. Amerikan Desteği: Netanyahu, Amerikalıların çoğunluğunun Gazze’deki İsrail eylemlerini desteklediğini iddia etti, oysa Kongre’de İsrail desteği olsa da anketler Amerikan halkının önemli bir kısmının devam eden savaşı onaylamadığını gösteriyor.
İkiyüzlülüğün mirası
Netanyahu’nun Kongre’deki performansı, Amerikan dış politikası ve onu yönlendiren ahlaki pusula hakkında ciddi sorular doğuruyor. ABD, açıkça yalan söyleyen, kamuoyu algısını manipüle eden ve şiddet döngüsünü sürdüren bir lideri nasıl desteklemeye devam edebilir? Kongre'deki ayakta alkışlar, bu politikaların endişe verici bir onayını yansıtıyor.
Erdoğan'ın federasyon karşıtlığı
Bu sırada, dünyanın bizim yarısında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gazze’deki durum ile Kıbrıs’taki 1974 öncesi çatışmalar arasında paralellikler kuruyordu. Erdoğan, 1968’de başlayan görüşme süreci boyunca defalarca, en son olarak da 2017’de Crans Montana’da çöken federal çözümde devam edilmesi taleplerini şiddetle reddediyordu. Rumların federasyonu kendi hakimiyetlerinde tek devlete, Kıbrıs Türklerinin azınlık olmalarına giden bir yol olarak gördüklerini vurguladı. Türk egemenliğine bir tehdit olarak değerlendirdiği federasyona karşı Erdoğan iki devletli çözümde kararlı olduğunu vurguluyordu. Erdoğan'ın tutumu, geçmişteki katliamların acı dolu anılarına ve Batı kurumlarının ihanet olarak algılanan eylemlerine dayandığı konuşmasında apaçık sergilenmekteydi.
Kıbrıs çıkmazı
Kıbrıs'ta federasyon fikri, birçok kişi tarafından Türklerin egemenliğini kaybetme ve yeniden çatışma riski olarak görülüyor. Erdoğan'ın federal önerilere karşı çıkışı, tarihi adaletsizliklere karşı bir savunma ve Kıbrıslı Türk kimliğini koruma olarak çerçeveleniyor.
1963'ten 1974'e kadar Kıbrıslı Türkler, şiddet ve katliamlarla karşı karşıya kaldı ve bu anılar hala birçok kişi için taze. Türkiye’nin 1974 Barış Harekâtı, Kıbrıslı Türkler tarafından hayat kurtarıcı bir müdahale olarak görülüyor. Adada barış, aynı zamanda fiziksel ve siyasi bölünme 1974 harekatının ürünü.
Erdoğan, federal çözümlerin Rumların Enosis, yani adanın Yunanistan ile birleşmesi hedefinin bir adım taşı olduğunu savunarak federal yapıya giden herhangi bir adımın, Türklerin marjinalleşmesine ve haklarının ve egemenliklerinin ellerinden alınmasına yol açacağını uyarsında bulundu.
İki devletli çözüm: Tek geçerli yol
Kıbrıslı Rumlar tarafından federasyon odaklı tüm müzakerelerin çökmesi, en son olarak 2017'de Crans-Montana’daki görüşmelerin başarısızlığı, Ankara'nın iki devletli çözüme yönelmesine neden oldu. Türkiye, adada çözümün tek geçerli yolunun iki egemen devletin tanınması olduğunu savunuyor. Federasyon müzakerelerinin 1968’den bu yana tüm süreçlerde tekrarlanan başarısızlıkları, her iki topluluğun derin güvensizliklerini ve çelişen ulusal arzularını ortaya koyuyor. Türkiye ve KKTC için tek, federatif bir devlet fikri, potansiyel faydalarından daha fazla risk taşıyor. İki devletli çözüm ise, sahadaki gerçeklikleri kabul eden pragmatik bir yaklaşım sunuyor. Bu pozisyon, sadece Kıbrıslı Türk kimliğini korumakla kalmayıp, uzun vadeli barış ve istikrarı sağlamak için de önemli görülüyor.
Yeni bir yaklaşım ufukta
Bu sonbaharda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin yeni bir Kıbrıs girişimi çağrısında bulunması bekleniyor. Bu kez hedef, iki devletli bir Kıbrıs konfederasyonu olabilir ve bu da uluslararası diplomaside önemli bir değişimi yansıtacaktır. Böyle bir çerçeve, hem Rum hem de Türk Kıbrıs devletlerinin egemenliğini tanırken, ortak ilgi alanları için işbirliği mekanizması kurulmasını öngörüyor.
Egemenlik ve eşitlik
Erdoğan, herhangi bir müzakerenin adadaki iki tarafın egemen eşitliklerinin tanınmasıyla başlaması gerektiğinde ısrar ediyor. Kıbrıslı Türklerin adanın eşit hak sahipleri olduklarını ve eşit uluslararası statüyü hak ettiklerini savunuyor. Bu eşitlik talebi, adalet ve hayatta kalma meselesi olarak sunuluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “egemen eşitlik” talebinin son zamanlarda sıkça bahsedilen 3-D, “doğrudan ticaret, doğrudan uçuş ve doğrudan temas”, ile karşılanıp karşılanmadığı konusunda netlik getirmese de beklenti yeni sürecin başlayabilmesi için bu tanımlama gibi “muğlak iyimserlik” adımlarının taraflarca atılabilmesi.
20 Temmuz Barış ve Özgürlük Günü törenlerinde yaptığı konuşmada Erdoğan, bu talebi açıkça dile getirdi: “Masaya eşit oturmalı ve eşit kalkmalıyız.” Bu açıklama, gelecekteki müzakerelerde eşitlik talebinin sarsılmaz olduğunu vurguluyor.
Daha geniş bir perspektif
Kıbrıs’taki durum, daha büyük jeopolitik mücadelelerin bir mikrokozmosudur. Erdoğan’ın Gazze ve Kıbrıs arasındaki paralellikleri çizmesi, güçlü var oluşunun ve bölgedeki tarihsel adaletsizliklerin altını çiziyor. Türk tarafı, adanın kuzeyinde kendi egemenliğini sürdürebilmek ve Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyabilmek adına federasyon yerine iki devletli çözümde ısrar ediyor.
Önümüzdeki sonbaharda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs konusunda yeni bir girişim başlatması bekleniyor. Bu girişimin, adada iki devletli bir konfederasyon oluşturulmasını hedeflemesi, mevcut statükoyu dönüştürebilecek önemli bir adım olabilir. Böyle bir konfederasyon yapısı, hem Kıbrıslı Rumlar hem de Kıbrıslı Türkler arasında daha dengeli bir güç paylaşımını mümkün kılabilir. Ayrıca, bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi ve uzun vadeli barışın sağlanması adına da önemli bir çerçeve sunabilir.
Tarihsel travmalar
Erdoğan ve Türkiye, Kıbrıs konusunda iki devletli çözümün gerekliliğini vurgularken, tarihsel travmalar ve adaletsizliklerin tekrarlanmaması gerektiği mesajını da güçlü bir şekilde dile getiriyor. Geçmişte yaşanan acı olayların ışığında, Kıbrıslı Türklerin egemenlik ve eşitlik taleplerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini savunuyorlar. Türkiye'nin Kıbrıs'taki stratejisi, sadece bir ulusal güvenlik meselesi değil, aynı zamanda hem bölgedeki Türk toplumunun kimliğini ve varlığını koruma mücadelesi hem de Türkiye’nin ada ve doğu Akdenizdeki çıkarları ve etkinliği konusudur.
Bu bağlamda, BM'nin yeni girişimi ve olası konfederasyon modeli, Kıbrıs'ta sürdürülebilir barışa yönelik umutları yeniden canlandırabilir. Ancak bu süreçte, her iki tarafın da eşitlik ve adalet temelinde bir çözüm için samimi bir çaba göstermesi kritik önem taşıyor. Erdoğan'ın belirttiği "Masaya eşit oturmalı ve eşit kalkmalıyız" ifadesi, başarı isteniyor ise dikkat edilmesi gereken temel bir ilkedir.
Kıbrıs meselesi, sadece ada halklarını değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası aktörleri de ilgilendiren karmaşık bir sorundur. Bu nedenle, çözüm sürecinde tüm tarafların yapıcı bir rol oynaması ve geçmişin acılarını tekrarlamamak adına dikkatli adımlar atması gerekmektedir. Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir barış, ancak iki halkın egemenlik haklarına saygı gösterilerek sağlanabilir.