Yazının başlığından “ölümüne çalışmak” diye kastetmediğimi başlayarak yazıya başlamak istiyorum. Aslında düşününce “ölene kadar çalışmak” da aslında bir nevi “ölümüne çalışmak” anlamına gelebilir. Yine de arada bir nüans olduğunu söylemek isterim ve sanırım bu yazıda da asıl onu anlatmaya çalışacağım.

Barış Durukan

Bazı insanlar yaş aldıkça yorulmak bilmezler ya da yorulsalar bile bunu dert etmez ve çalışmaya devam ederler. Normal insanların yaklaşımı -bu tabi ölene kadar çalışanlar anormal anlamına gelmez, sadece genel geçer kabulün dışında bir tarz benimsemişlerdir- belli bir yaşa kadar çalışıp, sonrasında kendince sağlayabildiği en uygun şartlarda emekli olmak -ki bu günümüzde ülkemizde pek mümkün olmasa bile- sonrasında nispeten rahat bir hayat yaşamak, birikimleri yeterli ise gezmek, çalışırken yapamadığı, yapmak istediği ama ertelediği aktiviteleri bol bol yapmak ve gününü gün etmek ister. Ancak bazı insanlar ise bunu kabul etmeyip çalışabildiği sürece, bedeni ve zihni buna müsaade ettiği sürece, bazen etmese bile, çalışmak isterler. Elbette bu bir tercihtir ama doğru bir seçim midir? İşte bu büyük bir soru işareti!

Şöyle bir örnek vermek isterim. Babam, Hacettepe Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’ndan emekli bir profesör öğretim üyesidir. 2009 yılında, 67 yaşında yaş haddinden emekli olması gerektiğinde fiziksel olarak halen aktif, eforu iyi ve aklı gayet yerinde, zihni berrak idi, şükür hala öyle. O dönem Başkent Üniversitesi rektörü Sayın Prof. Dr. Mehmet Haberal babamı mevcut bilgi birikim ve tecrübesini hem akademik olarak öğrenci ve asistanlara, hem de hastalara aktarması gerektiğini düşünerek babamı Başkent Üniversitesi’ne davet etti. Vakıf üniversitesi olduğundan orada yaş haddi bulunmadığından çalışmasında kanuni bir sakınca yoktu. Babamın okumak ve yürümek dışında çok bir hobisi olmadığından emeklilik hayatında çok sıkılacağını hatta belki depresif olacağını düşündüğüm için endişe etmiştim. Bu sebeple teklifi kabul etmesi için biraz telkinde bulundum. Sonuçta yıllarca aktif akademik ve hasta merkezli bir hayatı olduğu için kendisine iyi geleceğini tezahür ediyordum. Bu teklifi kabul etmeyeceğini söyledi ve nedenini sorduğumda; “yaşım ilerledi, her ne kadar aktif olsam dahi bu yaştan sonra yapamadığım işleri yapıyor gibi gözüküp ya da başkasına yaptırıp kendim yapıyor gibi gözükerek kimsenin ağzına sakız olmak istemiyorum” dedi. Bu beni çok etkiledi. Zira, biz dışarıdan öyle görmüyor olsak da yaşı ve yaşamın yorgunluğu sebebiyle kendi sınırlarının olduğunu ve bu sınırları zorlarken aslında kendi yapamadığı işleri yapıyor gibi gözükmek ya da başkalarına yaptırmak zorunda kalacağını düşünüyor olmalıydı. Sonuçta bunca yıllık repütasyonuna iyi kötü laf ettirmek istemiyordu ve haklıydı da. 

Özellikle tıbbi akademik hayatta insanlar çoğunlukla yaş aldıkça ister istemez eski fiziksel yetilerini kaybetmekle beraber günceli takip etmekte de zorlandığı gibi, yanlış kararlar alabiliyor ya da güncelliğini yitirmiş uygulamalara yönelebiliyor. Bunun en büyük örneği “Cananım Prof. Dr. Canan Karatay Hodjam” dır. İnsanlara zeytinyağına lügol solüsyonu (iyot) falan damlatmalarını reçete ediyor ne de olsa. Neyse konudan sapmayalım, bu sebeple gençler genelde eski hocalarını eleştirir, kapalı kapılar arkasında onları beğenmediklerini dile getirirler. Ancak biz gençlerin hiç aklımıza getirmediğimiz bir gerçek, bizlerinde zamanla eski hocalar haline döneceğimiz ve gelecek kuşakların da bizi beğenmeyeceğidir. Yani demem şu ki “Herkesin bir devri var, o devri tamamlayan bayrağı bir sonraki nesle bırakıp emekliliğin tadını çıkarmalı”. Ben de bir cerrah olarak ameliyat yapmayı çok seviyorum, hayatıma anlam kattığını düşünüyorum ve elim kolum tuttukça, aklım yettikçe ameliyat yapmak istiyorum. Ama bu motto benimde fikirlerimin değişmesine neden oluyor elbette.

Peki ölene kadar çalışan yani bir nevi ölümüne çalışan insanlar neden vazgeçmiyorlar çalışmaktan? Politikacılar için sorulduğunda bu soruya herkesin vereceği cevap herhalde “koltuk sevdası” olacaktır. Diğer mesleklerde de aslında durum benzer. Mevcut konumu kaybetmeme isteği, o gücün verdiği tatmin, insanların duyduğu saygı vs. Bunlar insanı mutlu eden ve egosunu çok tatmin eden şeyler. Ama zamanla insanın gözü kör oluyor. Her şeyi yapmaya hala muktedir olduğunu düşünüyor ve halen yapabileceğine inanıyor. Tabi bu yanlış algı ile emekli olmak istemiyor ve çalışma hayatlarına da devam etmek istiyorlar. Bu insanların çoğu oldukça yalnız, pek hobileri yok. Mesleki sosyallik hariç sosyal hayatları yok, birçoğunun aile hayatı kısıtlı ya da sorunlu. Hal böyle olunca da çalışmaktan başka bir şey bilmedikleri için çalışmaya devam etmek istiyorlar. Çalışmazlarsa değersiz olacaklarını hatta unutulacaklarını düşünüyorlar. Elbette aktif oldukları dönemdeki popülerliklerini meslektaşları arasında kaybedeceklerdir emekli olduklarında. Ancak insanı tatmin eden, yaşama gayesi veren kavramlar sadece mesleki tatmin olmamalı. Bu tür insanlar belki de hep bu mentalitede oldukları için meslek dışı çok sosyal hayatları yok, aile hayatları ise ya kısıtlı ya da sorunlu. Bu tür insanlar fazla egolu oldukları için yalnızlar ve sadece mesleki olarak tatmin oluyorlar belki de.  Yani “yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan” hikayesi. Bu tür insanlar yıllar içinde evrildiği, artık alışık olduğu düzenden çıkmak istemiyor, çıkarlarsa ne yapacaklarını bilemiyorlar. Yine bunu hep özelde çalışmış bir hekim ve idareci olarak, üniversite ya da eğitim araştırma hastanesinden emekli olup özelde çalışmaya başlayan hemen her hekimde gözlemliyorum. Bocalıyorlar, tabiri caiz ise pek çoğu sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Onlar halen işlerini düzgün ve eksiksiz yaptıklarını düşünseler de dışarıdan objektif bakan biri olarak hiç de durumun öyle olmadığını net olarak görebiliyor diğer insanlar. İşte asıl bu onların repütasyonuna leke sürüyor ve farkında olmadan saygınlıkları, güvenilirlikleri kaybediyorlar. Maalesf bazen espri konusu bile oluyorlar. Zira akademik camianın dedikodusu çok boldur. Elbette, ölene kadar çalışıp halen aynı ivme ile ilerleme kaydeden insanlar var ama bir elin parmaklarını geçmez bu her meslek dalında.

İnsanların ekonomik kaygılar hariç tutularak vakti geldiğinde bayrağı bir sonraki nesle devretmesi ve herkesin bir devri olduğunu gerçeğini kabul etmesi gerekir. Kendilerinin devrinin geçtiğini kabul ederek emekliye ayrılmalarının kendilerine daha çok saygınlık kazandıracağı düşüncesindeyim. Yani kısaca yapamadıklarını yapıyor gibi gözükerek kimsenin ağzına sakız olmamak gerek.