Utku ŞENSOY
Türkiye, sonbaharı 2023-2024 eğitim öğretim yılının açılışıyla karşılıyor. 70 binin üzerindeki eğitim kurumu/okuldaki, okulöncesi, ilk ve ortaöğrenimdeki 20 milyon öğre...
Utku ŞENSOY
Türkiye, sonbaharı 2023-2024 eğitim öğretim yılının açılışıyla karşılıyor. 70 binin üzerindeki eğitim kurumu/okuldaki, okulöncesi, ilk ve ortaöğrenimdeki 20 milyon öğrencimiz ve bir milyon 200 bine yakın öğretmenimizden oluşan büyük eğitim ordumuzun seferberlik haftası başladı. Bu sayılar Avrupa’daki birçok ülkenin nüfusundan fazla. Depremin üzerinden 7 ay geçti o bölgede eğitim sorunları çözülebildi mi? İlkokullarda sınavsız eğitim nasıl olacak? Orta okul ve liselerde ortak sınav yararlı olacak mı? Çağdaş eğitimin gerektirdiği biçimde, özgür düşünceyi amaç edinen, donanımlı ve sağlıklı nesiller yetiştirilebilecek mi? İşte bu ve benzeri sorular hepimizin zihnini karıştırıyor. Eğitimde başarı için, deneyimli eğitmenlere ve çağdaş müfredat şart. Ancak eğitimcilerimizin sorunlarının çözülemediği, sözleşmeye mahkum olan ve atama bekleyen çok sayıdaki değerli öğretmenimizin mağduriyet yaşadığı bir ortamda bu hedefe ulaşmak kolay değil. Eğitimimizi tehdit eden bir başka sorun ise, son dönemdeki hayat pahalılığı. Büyük kentlerde kira ödeyen öğretmenlerimizin durumu içler acısı. Öğrenci velisi olmak ise bir başka dert.
Eğitim İş Sendikası’nın, yeni öğretim yılı eğitim harcamalarına ilişkin piyasa araştırması gerçekleri gözler önüne serdi. Çalışan ve emeklinin yüzde 60’ının asgari ücret seviyesinde bir gelire sahip olduğu gerçeğinden hareket ederek yapılan araştırmaya göre, okula başlarken, kıyafet, ayakkabı, defter, kitap, kalem gibi okul ihtiyaçları için yapılan harcamalar, okul öncesi öğrenciler için 9 bin, ilkokul öğrencisi için 11bin, ortaokul öğrencisi için 13 bin ve lise öğrencisi için 14 bin lira olarak hesaplandı. Eğitim İş’e göre, öğrencilerin servis ücreti, öğle yemeği derken masraf kapısı sonuna kadar açıldı. Öğrencinin en ucuz ve sağlıksız biçimde sadece simit ve ayran ile beslendiği varsayılıp, fotokopi, kırtasiye harcaması, gezi programı veya sinemaya gitmesi şeklinde belirlenen sosyal aktivitelere katılması halinde aylık harcaması 2 bin 580 lira tutuyor. Bu, asgari ücretin yaklaşık yüzde 23’üne, iki çocuklu ailelerde ise, yüzde 46’sına ulaşıyor. Toplu ulaşım ile çocukların yalnız gönderilemeyeceği dikkate alındığında çocuğa refakat edecek velinin yol masrafları da ciddi bir rakama ulaşıyor. Okula giden iki çocuğu olan bir aile için simit ile beslenme, toplu ulaşım ve veli refakati ile eğitim harcamasının gelire oranı yüzde 30’a yaklaşıyor. Çocuğun sağlıklı beslenmesi için gereken gıdaların alınması durumunda tablo daha da vahim biçimde ortaya çıkıyor. 11 bin 402 lira asgari ücret geliriyle kiracı olan bir çocuklu ailenin çocuğu okula gidiyorsa maaşının tamamını okul hazırlıklarına ayırması gerektiği, 2 veya 3 çocuğu varsa sadece okul hazırlıkları için en az iki asgari ücret kadar gelire ihtiyacı olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Eğitim İş’in oldukça karamsar olan bu tablosu toplumun açlık ve yoksulluğun yanı sıra, eğitim hakkının da kısıtlandığının göstergesidir.
Yeni eğitim yılını sosyal medyada dolaşan bir anekdotla noktalayalım. Bir okulda her yıl yapılan klasik deprem alarm uygulamasına bu kez farklı bir biçimde yapılması kararlaştırılıp, deprem sireni dersteyken değil, teneffüsteyken çalınmış. Önce öğrenciler, ardından öğretmenler hızlı biçimde sınıflara girip yaşam üçgeni oluşturmak için sıraların yanına çömelmişler. Siren susunca da daha önce yaptıkları gibi bahçeye toplanma alanına doğru koşmuşlar!
Yazboz tahtasına dönüp sıklıkla değişen müfredatı yetiştirme derdine düşen eğitimcilerin, insan yetiştirmeyi unutmadığı bir eğitim yılı diliyoruz. Çocuklarımıza ezber yaptırmak yerine biraz da düşünmelerine olanak sağlayalım. Analiz-sentez yeteneğinden yoksun nesiller ülkeyi yerinde saydırır.
Başöğretmenimiz Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” cümlesinin lafzına uygun genç kuşaklar yetiştirilmesi temennisiyle.
***
[caption id="attachment_426744" align="alignright" width="418"]
Demirel ve Ecevit eşleriyle birlikte Etimesgut'tan Hamzakoy'a giderken[/caption]
DARBENİN 43’NCÜ YILI
İdam cezalarının, sistematik işkencelerin, faili meçhul cinayetlerin ve sürgünlerin yaşandığı 12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türkiye’nin en kanlı dönemi olarak tarihin karanlık sayfaları arasındadır. Kenan Evren yönetimindeki askeri darbenin ardından, sansür dönemi yaşandı, kitaplar, gazeteler, filmler, şarkılar yasaklandı, cunta yönetimi kendi notalarını yazıp şarkı siparişi verdi. Metris ve Mamak başta olmak üzere cezaevleri esaret kışlalarına dönüştü. Böylesine karanlık faşist darbe döneminin üzerinden tam 43 yıl geçti.
1977'de Taksim'de yüzbinlerce emekçinin katıldığı coşkulu 1 Mayıs kutlamasına The Marmara Oteli'nden kurşunlar sıkılmış, Aralık 1978’de Kahramanmaraş'ta ve 1980’de Çorum'da gerçekleştirilen katliam olaylarına günlerce ısrarla müdahale edilmemişti. Gazeteci Abdi İpekçi, Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, DİSK ve Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Kemal Türkler, MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak, Eski Başbakan Nihat Erim, Adalet Partisi İstanbul Milletvekili İlhan Egemen Darendelioğlu ve CHP İstanbul Milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu’nun öldürülmesi gibi çok sayıdaki siyasi cinayete seyirci kalınmıştı. Tüm bu karanlık olayları gerekçe gösteren Evren ve arkadaşları darbe kararı aldı. Türkiye, 12 Eylül sabahına tank ve postal sesleriyle uyandı, seçimle iktidara gelen hükümet devrilip, Türkiye Büyük Meclisi hükümsüz kılındı, dokuz yıl süren bu dönemde partiler lağvedildi, parti liderleri gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı askeri döneme geçildi. Siyasi partilerin kapısına kilit vuran darbeciler, Başbakan Süleyman Demirel’le Bülent Ecevit'i Hamzakoy’a, Necmettin Erbakan’la Alparslan Türkeş'i Uzunada’ya sürgüne göndererek siyasi yasaklar getirdi.
[caption id="attachment_426745" align="aligncenter" width="1000"]
Türkiye 12 Eylül 1980 sabahında tank paletleri ve postal sesleriyle uyandı[/caption]
12 Eylül askeri darbesinin toplumsal bilançosu ise çok ağırdı: Askeri müdahalenin ardından 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 700 bin kişi fişlendi, 50 kişi idam edildi, 171 kişi işkenceden, 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü, 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi, 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti, 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, 24 bine yakın dernek ve sivil toplum kuruluşunun kapısına kilit vurulup faaliyetleri sona erdirildi, 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi, 31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteci saldırıya uğradı, 3 gazeteci silahla öldürüldü, gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 39 ton gazete ve dergi imha edildi… 12 Eylül darbesiyle, Yasama, Yürütme ve Yargı denetimini ele geçiren güç, basında tekelleşme ve tek sesliliği yeşertip, dördüncü kuvvet medyayı etkisizleştirdi. Kamusal alandaki demokratik tartışmayı büyük ölçüde sekteye uğratan bu hamlenin olumsuz etkileri medyada hala sürdürmektedir.
Dönemin iki kutuplu dünyasında Soğuk Savaş’ın son yıllarında Orta Doğu ve Asya’da hâkimiyetini pekiştirmenin yollarını arayan ABD, Sovyetlere karşı da “Yeşil Kuşak” projesi yürütüyordu. Afganistan’da Sovyet işgaline karşı savaşan mücahit gerillaları destekleyip Pakistan ve İran’da dini rejimlerin yerleşmesini hedefleyen Washington’ın Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı askeri döneme ilişkin o yıllarda ABD’nin Ankara Büyükelçisi Spain’in "Gizli" ibaresine sahip diplomatik yazışma belgeleri yıllar sonra açıklandı. Dönemin ABD Başkanı Carter'a iletilen, “Ankara'daki bizim çocuklar başardı" cümlesi Evren ve arkadaşlarından böyle bir darbenin Washington’da dört gözle beklendiğinin bir kanıtı niteliğindeydi.