Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri Önsöz Buket UzunerBüyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı vefatının ardından,  İslam Tetkikleri Entsitüsü direktörü Ordinaryüs Profesör Mehmet Şerafettin Yaltkaya’nın nezaretinde yıkanıp Başbakan Celal Bayar’ın talimatıyla, Profesör Lütfi Aksu tarafından tahnit işlemi yapıldı. Vücuduna bozulmadan korunmasını sağlayacak olan solüsyon sürülüp kurşun galvanizli tabuta yerleştirildi. Cenaze namazı için camiye götürülmesinin dinen şart olup olmadığı konusu, cumhuriyetimizin ilk diyanet işleri başkanı Mehmet Rifat Börekçi’ye danışıldı. Milli mücadele kahramanı Börekçi, “Atatürk’ün cenaze namazı, tertemiz hale getirdiği vatan toprağının her yerinde kılınabilir” dedi. Namaz, Dolmabahçe Sarayı’nda Ordinaryüs Profesör Yaltkaya tarafından kıldırıldı. Tekbir, Türkçe verildi.
Aradan 15 yıl geçti, Atatürk’ün ebedi istirahati için, Anıtkabir’deki son kontroller, inşaat başmühendisi Sabiha Rıfat Gürayman tarafından yapıldı. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi histoloji kürsüsü başkanı Türkiye’nin ilk kadın tıp profesörü Kamile Şevki Mutlu, Atatürk’ün tabutunun açılması ve tahnit işleminin çözülmesi için, hükümet tarafından görevlendirildi. 9 Kasım 1953’de Profesör Mutlu denetiminde, Etnografya Müzesi’nde, geçici kabirdeki Atatürk’ün naaşı kurşun tabuttan çıkarıldı, dualarla kefenlendi, ceviz ağacından yapılan yeni tabuta konuldu, Türk Bayrağı’yla örtüldü, ertesi gün Anıtkabir’de toprağa verildi. 
10 Kasım haftasında sosyal medyada sıklıkla paylaşılan, Erdal Tüzel’in ifadesiyle, “Bu milletin yetiştirdiği en büyük insan, vefat ettiğinde bir erkeğe, toprağa verileceği zaman, bir kadına emanet edilmişti. 1938’de Atatürk’ün naaşını emanet edebileceğimiz en yetkin kişi bir erkekti, 1953’te ise kadındı. Kadınlar, Atatürk devrimleri sayesinde, 15 yıl gibi kısa sürede, erkeklerin önüne geçmeyi başarmıştı!”
Yukarıdaki yaşanmışlıktan, 10 Kasım’ı anlayabilmek için, 11 Kasım sonrasında, 1953’e kadar geçen süreçte kadının toplumdaki yerine bakmak lazım. “Atatürk’ün felsefesinde kadın erkek bir aradadır, onun fikirlerinin yeşerdiği yerde kadın arka plana atılamaz, çalışma hayatından ve sosyal yaşamdan dışlanıp dört duvar arasına eve hapsedilemez!”
***
Prof. Kamile Şevki MutluZEYNEP HANIM
Büyük Önder Atatürk’ün en önemli eserlerinden biri olan, kadının sosyal yaşamda erkeklerin yanında omuz omuza toplum içinde yer alışını daha iyi anlayıp irdeleyebilmemiz için, 1923-53 döneminin öncesine 19’ncu yüzyılın sonlarıyla 20’nci yüzyılın başlarına gitmek gerekir. Bunun için İkinci Meşrutiyet öncesi Avrupa’ya kaçmak zorunda kalan Zeynep-Melek kardeşlerin zorlu mücadelelerini anımsayalım.
Zeynep Hanım, diğer adıyla Hatice Zinnur, üst düzey dışişleri mensubu çağdaş bir babanın evladı olarak, özel mürebbiyelerden, Osmanlıca, Farsça ve Arapçanın yanı sıra, Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve İspanyolca gibi dönemin en önemli dillerinde eğitim alıp piyano ve ud çalabilen iyi yetişmiş entelektüel bir Osmanlı kadınıydı. O dönem bu eğitimleri alan kadın vakti geldiğinde ailesinin uygun gördüğü bir paşa ile görücü usulü evlendirilir, kafes arkasında ev yaşamına, kocasına hizmete mahkum edilirdi. 
1900'lerin başlarında kardeşi Melek'le, İstanbul'da bulunan Pierre Loti ile temas kurup, yazarla birkaç kez gizli bir şekilde görüşüp, İstanbul'daki kadınların çektiği sıkıntılar üzerine sohbet etme fırsatı bulurlar. Pierre Loti de bu iki kardeşten esinlenip, 1906’da “Les desenchantes” ya da Türkçe adıyla “Mutsuz kadınlar” romanını yazar. Loti bu romanında Zeynep ile Melek'in anlattıklarını aktarırken, iki kardeşi korumak için önsözünde karakterlerin hayal ürünü olduğu notunu düşer. 20’nci yüzyılın başında Osmanlı’da Sultan İkinci Abdülhamit'in istibdat rejimi hüküm sürerken Loti’nin romanı rahatsızlık yaratır, sürek avı başlar, kardeşlere yönelik casusluktan vatan hainliğine kadar ağır suçlamalar başlatılınca çareyi ülkeden trenle Avrupa’ya kaçmakta bulurlar. Bu kaçış, Avrupa'da büyük ses getirir, gazetelere manşet olur. ''Harem'den kaçan kadınlar'' olarak büyük ilgi görürler. Londra ve Paris’te kardeşiyle birlikte yaşarken, Melek’in evlenmesiyle Zeynep, 6 yıl geçirdiği Avrupa'da Fransa, İsviçre, İngiltere, İtalya gibi pek çok ülkeyi karış karış gezer. Bu gezilerinde Avrupa'daki sosyal yaşama, özellikle de kadın haklarına dair gözlemlerde bulunur. Kadın hakları üzerine faaliyetleri izler, Fransız ve İngiliz milletvekilleriyle temaslarda bulunur. Tüm bu gözlemlerini arkadaşlık kurduğu İskoç gazeteci Grace Ellison'a yazdığı mektuplarında detaylı biçimde anlatır.
1912’de ülkeye dönen Zeynep hanımın, ölüm tarihi net olarak bilinmiyor. Zeynep Hanım için “İlk solo kadın gezgin” diyor Buket Uzuner. Zeynep Hanım’ın yolculuğu aslında hepimize yol gösteriyor. Grace Ellison'a yazdığı bir mektupta şöyle der; "Sana Fransa'dan ilk izlenimlerimi yazmamı istedin ama ben bundan çok özgürlük izlenimlerimi yazacağım. Sana kafesi ya da demir parmaklıkları olmayan, ardına kadar açık bir pencere önünde ilk kez durduğum zaman duyduğum o sonsuz mutluluğu anlatmaya çalışacağım. Kardeşimle yaşamımızda ilk kez özgürce dışarıya bakmıştık, ne peçe, ne demir parmaklık… Yalnızca o açık pencerenin önünde durmanın sevinci bile ödediğimiz bedele değmişti."
Zeynep Hanım, yok sayılmış olmasından kaynaklı kırgınlıklarıyla yaşamı sorgulamaya devam eden bir kadın… İlk kadın gezginlerimizden, o yolculuğunda, “Cesur olun, göze alın” diyordu.

Not: Gerçekle uydurmanın birbirine karıştığı bu macerayla ilgili Füsun çoban Döşkaya'nın tüm kaynaklardan derlediği araştırması “Haremden Avrupa’ya Kaçan İki Osmanlı Kadını: Zeynep Hanım ve Melek Hanım”