Yenidünya düzeni ve Hıfzıssıhha
Utku Şensoy
Utku ŞENSOY
Görünmeyen düşman Covid 19, dil, din, ırk, zengin, fakir ayrımı yapmaksızın aslında tüm insanlığa çok ağır bir tokat indirdi. Bu virüsün ister komplo teorisyenlerinin dediği gibi dünyayı yöneten üst akıl Rothschild gibi devletler üstü ailelerin manipülasyonuyla yaratıldığına inanın, isterseniz aç bir Çinlinin yediği yarasa yüzünden olduğunu düşünün. Bu musibet mevcut düzeni öylesine derinden sarstı ki, artık Corona sonrası hiçbir şey eskisi gibi olamayacak. Bu insanlık için o kadar güçlü bir milat oldu ki, artık Corona sonrası yenidünya düzeninden söz edilmeye başlandı. İster komplo teorilerine itibar eden yapıda olun, isterseniz daha muhafazakar ya da aymaz düşüncede ne olursanız olun, bu yeni oluşuma ilişkin yazılıp çizilenler karşısında acaba demekten kendinizi alamıyorsunuz.
Bu gözle görünmeyen düşman, kimilerine göre, laboratuvar ortamında üretilen biyolojik bir silah, kimilerine göre de 8 milyara varan doğaya duyarsız, bencil insanoğlunun sağlıksız yaşamının sonucu ortaya çıkması kaçınılmaz kaotik bir durum. Çevreci görüşü savunanlara göre, bundan böyle doğaya saygısızca yaşam sürmekte ısrarcı olup, yaşamımıza çeki-düzen vermezsek, bu ve benzeri yeni pandemi dalgalarına hazır olmalıyız.
Bu Corona belası, tam da bilişim çağının en verimli döneminde yaşayan insanoğluna öylesine bir tokat attı ki neye uğradığımızı şaşırdık. Artık o görkemli saraylar, rezidanslar ve villalarımızın güçlü duvarları ardında saklansak bile bu düşmana karşı korunamaz olduk! Hanlar, hamamlar, oteller, o muhteşem plazalardaki milyon dolarlık ofislerimiz, AVM’ lerdeki dükkanlarımız yalan oldu, hepsine kilit vurduk! Yüzlerce silindir gücündeki yüzbinlerce dolarlık son model arabalarımıza binemez olduk! Lüks tüketimin dibine vurup har vurup harman savurduğumuz dolarlarımızı harcayamaz, elimizdekilerle ele güne gösteriş yapamaz olduk! Milyonluk yazlıklarımız, teknelerimiz yalan oldu! O devasa ibadethanelerimize, kutsal mekanlarımıza gidemez, görkemli iftar sofraları kuramaz olduk. Dinimizi eskiden olduğu gibi tüm içtenlik ve samimiyetimizle evlerimizde dört duvar arasında yapar olduk!
Dünyanın neresinde olursak olalım, megapollerde, metropollerde ya da kentlerde yaşıyorsak dört duvar evlerimize, çok katlı sitelerdeki dairelerimize hapsolduk. O binlerce metrekarelik süpermarketlerden alışveriş etmek korku filmi gibi oldu. Kenarda köşede varsa üç beş kuruşunuz ya da kredi kartınızda kalan limitimizle, internetten siparişimizle motorlu kuryenin getireceği iki lokmaya muhtaç olduk. Ya da apartman görevlisinin eğer hala kaldıysa mahalle bakkalı, semt pazarından getirdiği süte, yoğurta, ekmeğe mahkum olduk. Dünya ile tek iletişimimiz, akıllı telefonlarımız, Wifi’ lerimizle bağlandığımız bilgisayarlarımıza yüklü sosyal medyalarımız ve televizyonlarımız. Tek kaygımız internet bağlantımızın ve pandeminin yayılma hızı.
Bu kaotik ortamlarda bizi tehdit eden görünmeyen düşmanın yarattığı acizlikle kabuğumuza çekilip, saklanıp, korunurken, bir yandan da düşünür, sorgular olduk. Yaşamın farklı zevk, hobi ve tatlarının olabildiğini yeniden görür olduk. O inanılmaz koşuşturma tempomuzda unutmaya yüz tutan aile ortamında vakit geçirmek, kitap okumak, yemek yapmak, evde bir şeylerle uğraşmak gibi keyifli olan bazı şeyleri yeniden keşfetmeye başladık. Dört duvar arasında tam bir özgürlük olmasa da, ailenin, telefonun ucundaki dostların ve sanal alemdeki arkadaşlar ile yazışarak rahatlayabilmenin huzurun farkındalığını yaşar olduk.
Ama en önemlisi en büyük özgürlüğümüzün yeni yeni farkına varmaya başladık. Sevdiklerimize, ailelerimize, dostlarımıza sarılmanın, dokunmanın ne kadar da önemli olduğunu görür olduk. Sokakta yürümek, parklarda, sahilde dolaşıp çimlere uzanmak, otobüse, trene, vapura atlayıp bir yerlere gidebilmek gibi çok sıradan şeylerin gerçek anlamda özgürlük olduğunun farkına vardık. Yağmurun damlalarını yüzümüzde hissetmenin, rüzgarın serinliğini hissedebilmenin ne kadar büyük bir şey olduğunu düşünür olduk. Vapurda martılara atılan o simitlerin, kent meydanlarında boş, boş dolaşmanın, ağaç altındaki bir banka oturup gazete okumanın, köşedeki kahvede bir bardak çay içebilmenin, pastanede, simitçide oturup iki lokma yiyebilmenin ne büyük nimet olduğunun farkına vardık. Corona ile hapsolduğumuz dört duvarımızda, daha önce hepimiz için rutinleşen, hatta monoton diyebileceğimiz yaşamlarımızın muazzam bir özgürlük ortamı olduğunu düşünmeye başladık.
Aslında bugüne kadar peşinde koşuşturduğumuz ev, araba, banka hesapları, zenginlik gibi şeylerin pek de önemi olmadığını sorgulamaya başladık. Asıl zenginliğin sadece sağlık olduğunu ya da kırlarda, doğada, sokaklarda dolaşmak olduğunu anlamaya başladık. Asıl zenginliğin kağıt parçaları ya da değerli taş ve madenler değil de, doğa olduğunu, toprak olduğunu görür olduk. Bir kaç dönüm toprak üzerinde iki göz oda, ailene yetecek kadar ürün ekip biçmenin, 2-3 inek, 8-10 koyun, 20-30 tavuk ile yaşam sürdürmenin esas zenginlik olduğundan dem vururu olduk.
O megapollerdeki görkemli plaza-rezidans-AVM beton yığınları arasına sıkışmış, köprüler, viyadükler, bölünmüş yollarla çevrili yaşamlarımızın değil de, merkep üzerinde daracık bir patika üzerinde gidebilmenin, çamurlu köy yollarında yürüyebilmenin hayatın ta kendisi olduğunu sorgular olduk. Geleceğin artık o megapollerde değil, kentlerden uzak kırsalda ya da sağlıklı banliyölerde doğayla iç içe, mütevazı evlerimizde kurabileceğimiz çalışma ortamlarında olabileceğinin farkında olduk.
Corona belası, sadece bireyleri değil ülke yönetimlerini de kendisini sorgulamasına neden oldu. Basit bir virüs maskesi ya da solunum cihazı yüzünden çaresiz kalan ülke yönetimleri birbirlerinin malına el koyar, birbirlerini suçlar hale geldi. Yakında ilaç ve aşı yüzünden çatışma ve itilaflar bile çıkabilir. Herkesin başının belada olduğu dönemlerde parayı da bastırsanız bu ürünleri zamanında elde edemeyeceğini gördük. Bu acımasız yenidünya düzeninde bu teknolojilere sahip olamayanlara yer yok. Çareyi el alemin araştırmalarında aramak yerine, bütçeden aslan payını, beton projelere, ıvır zıvır işler yapan vakıflara değil, gerçek bilim yuvalarına, kurumlara vermenin zamanı geldi. Sağlıktan teknolojiye her alanda kendi bilim insanlarından oluşan ordumuzu yetiştirip dünya çapında güçlü eğitim kurumları kurup, bu insanlara hak ettiği değeri verip elimizde tutmasını bilmek zorundayız.
Unutmamız gereken, dünyada Çiçek aşısı uygulanmasına ilişkin yasa çıkaran ilk devlet Osmanlıydı. Doktor Reşat Rıza ve Doktor Tevfik Salim 19’ncu yüzyılın başındaki o zor şartlarda tifüs aşısını bulurken, Doktor Refik Saydam da tifüs aşısını hazırlayan, İstanbul’un işgal yıllarında ürettiği veba aşısının binlerce dozunu İngiliz, Fransız ve Amerikalılara satılmasını sağlayan Mustafa Hilmi bey bu toprakların insanlarıydı. Cumhuriyetin ilanının ardından 1928 yılında kurulan ve 2011 yılında KHK ile tasfiye edilen Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün hedefi, aşı-serum üretimini tek merkezde toplamak, yerli aşıyı arttırmak ve sağlık konusunda, salgınlara karşı dışa bağımlılığı ortadan kaldırmaktı. Cumhuriyetin bilim yuvalarına hak ettiği değeri verip yeniden sahip çıkmanın zamanıdır.
Artık yenidünya düzeninde plazalardaki ofislerimizden ziyade evlerimizde daha fazla çalışır olacağız. Bilime, teknolojik eğitime yatırım yapmayıp genç nesillerini hurafelerden arındıramayan toplumlar birer birer tarih olacak. Dev ordular, uçak gemileri, silahların yerine, yeni teknolojilerin ürünü robotlar, insansız hava araçları insanlığa hizmet edecek. 5G teknolojisi, tarımda 4.0 ya da dijital tarım artık çok daha önem kazanıp farklı bir boyuta taşınacak. Devletlerde devasa büyüklükler, tek merkezden yöneten hantal yapılar tarih olacak. Otomasyona geçebilmiş kendi kendine üretebilen aileler, köyler, kasabalar, şehir devletler önem kazanacak. Bölgesel ilişkiler hız kazanacak, bilginin dolaşımı evrensel olacak, mal ve hizmetler ise daha küçük ölçekli, yöresel olacak. Tüm teknolojik imkanlara rağmen, tarımsal ürünler ve üretim yine ön planda olacak değer kazanacak. Dünya esas mücadeleyi Corona sonrası verecek. Üreten kurtulacak, üretemeyen ülkeler ise virüs salgınından beter olacak. Kendi kendine yetmesini bilemeyen toplumlar köleliğe, göçerliğe mahkum olacak.
Zaman bilgiye, bilim insanlarına, bilim yuvalarına, toprağına, tarlasına, suyuna, hayvanına sahip çıkma zamanı. Teknolojik imkanlardan yararlanmasını bilip üreten köylü, sadece milletinin değil dünyanın da efendisi olacak.
Yorumlar