Günümüz Türkiyesi’nde sosyal, ekonomik ve kültürel şartlar sebebiyle, eğitimli ya da eğitimsiz birçok vatandaşımızın yurt dışına “kaçışına” üzülerek şahit oluyoruz. Özellikle entelektüel kesimin gidişi ülkemizin geleceği açısından ciddi bir kayıp olmakla beraber, top yekün işgücü ve yetkin beyin kaybı kısa orta vadede olumsuz sonuçlara yol açacak gibi gözükmektedir. Peki, giden herkes mutlu olacak mı? Giden herkes gitmeye hazır mı?
Sevgili Barış Manço’nun bir şarkısı vardı, nakaratında şöyle demekteydi: “Arkadaş, memleket nire?, Bu dünya benim memleket”. Tam da vurgulamak istediğim konu bu aslında. Bir dünya vatandaşı olmadan yurtdışına yerleşmek, giden birey için ne kadar sağlıklı sonuçlar oluşturabilir?
Barış Manço’nun gerçek bir dünya vatandaşı olduğunu, Japonya’da elde ettiği başarılar ve bir hayran kitlesi oluşturmuş olması ile örnekleyelim. 1990’lı yıllarda, Barış Manço bir Türk sanatçısı olarak Japonya’da stadyumlar dolusu insana konserler verebilmekteydi. Müzikal kalitesi hakkında yorum yapmak bana düşmemekle beraber bunun altında yatan asıl sebep, kendi öz kültürünü koruyarak, modern dünya ile birleştirebilmeyi başarmış olmasıydı. Uzun saçlı, rock’çı imajı aynı zamanda otantik Türk ve Anadolu motifleri de içermekteydi, bunu müzikal altyapısına da aktarmıştı. Japonlar öz kültürünü evrenselliğe taşıyan bireyleri hep sevmişlerdir. Zira, kendileri de toplum olarak öz değerlerini evrenselliğe taşıyarak, II. Dünya savaşı kayıpları sonrası toparlanarak bir dünya gücü olabilmeyi başarmışlardır. Aynı şeyi, Fazıl Say için de söylemek mümkündür. Eserlerinde Aşık Veysel’den, Osmanlı musikisinden ve her türlü Türk ve Anadolu ezgisinden ilham almış olması sebebiyledir ki, 10 yılı aşkın süredir Japonya’da “Fazıl Say Festivali” yapılmaktadır. Dünya vatandaşı olmak, yurtdışında kabul edilebilirlik için tek gerekliliktir. Peki, yurtdışına “kaçan” kesim buna ne kadar hazırdır?
Genel olarak genç nüfusun, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerine iş ve yerleşim amaçlı başvurduğunu gözlemliyoruz. Bu vatandaşlarımız, buralarda, 1970’li yıllarda göçmen olarak giden, çoğu işçi kökenli vatandaşımızın yaşadığı kabullenme problemlerini yaşayacaklar mı? Asimilasyon sürecine mi dahi olacaklar? Ya da kendi öz kültürlerini koruyarak, birer dünya vatandaşı olarak kendilerini kabul mu ettirecekler?
Çağımızda sosyal medyanın getirmiş olduğu özgürlükten yararlanarak, kendilerini bilgili zanneden, aslında cahil bir kesimin, Avrupa’da ne kadar kabul göreceğini kestirmek, çok da zor olmasa gerek. Bir tüketim toplumu zihniyetiyle, elindeki son model telefon, üzerindeki “fancy” spor ayakkabı ve son moda kıyafetlerle, orada uyum sağlayabileceklerini zannediyor olmaları, yapabilecekleri en büyük hata olacaktır. Öğrendikleri “B2” seviye Almanca’nın kendilerini kabul ettirmekte kriter olmayacağı aşikardır. Instagram, Facebook ve Tiktok’dan sosyal medya feomenleri, ya da güncel müzik efsanelerini biliyor olmalarının, son moda spor ayakkabı ya da yeni jeanlere ait kültüre hakim olmalarının kendilerine bir fayda sağlayacaklarına inanmaları gerçekten pembe bulutlarda gezminmek olur.
Almanya örneğini alalım. Oraya yerleşecek bir kişinin, ülkenin tarihi ve kültürü hakkında ciddi entelektüel birikime sahip olması, onu orada kabul edilebilirliğine fayda sağlayacaktır. Almanya, bir tüketim toplumu değil, mütevazilik ve tutumluluk bilincine sahip vatandaşların oluşturduğu bir toplumdur. Almanya’nın tarihi sadece II. Dünya savaşı ve Nazi Rejimi değildir, Almanya tarihini Hollywood filmlerinden izlemekle öğrenemezsiniz. Almanya’da II. Dünya savaşı ve sonuçlarının vermiş olduğu mahcubiyet sebebiyle Doğu ve Batı Berlin’in birleşmesi hariç bir milli bayram kutlanmaz örneğin. Almanlar, çok çalışıp, mütevazi bir yaşam sürmek isterler. Birikimlerini yeni cep telefonları, arabaları ya da marka kıyafetlerine değil kültür aktiviteleri ve entelektüel birikimlerine yaparlar. Siz kazandığınız para ile ilk Mercedes ya da Porsche’unuzu aldığınızda sizi ayıplayacaklarından haberiniz bile olmaz. Oraya giden ve orada çalışmaya başlayan vatandaşlarımızı hafta sonu “open house party” ya da “club”a davet etmeleri, onların sizi kabul ettiği anlamına gelmeyecektir. Gittikleri opera, bale ve klasik müzik konserlerine sizi çağırıyorlar mı, kitap kulüplerinde size yer veriyorlar mı, sizle kültürel sohbetlere giriyorlar mı? Önem arz edecek budur. Prusya’nın Alman tarihindeki önemini, Habsburg Hanedanı’nın ne olduğunu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu diye bir yapı varken, Nazi rejiminin Avusturya’yı ilhak etmesine Alman vatandaşların neden sevindiğini, Polonya ile neden tüm orta çağ boyu ve II. Dünya savaşı dahil çekişmeleri olduğunu, tüm Avrupa monarşilerinin birbiri ile akraba kral ve kraliçeler tarafından yönetilirken, neden karşılıklı çıkar çatışmaları içinde olduğunu, I. Dünya savaşı sonrası Almanya içi yapılanmaların, basit Alman vatandaşını Nazi rejimine nasıl götürdüğünü ve bunun II. Dünya savaşı sonrası onlarda yarattığı utanç ve pişmanlık duygusunu bilmiyorsanız, sizi o kulüplere ve aktivitelere kabul etmeleri pek de mümkün olmayacaktır. Müslümanlıkla çok da ilginiz olmadığını iddia ederek, rahatça alkol alabildiğini onlara ispat ederken, bir taraftan “bunda domuz eti, domuz yağı var mı?” diye sessizce sormanız, sizin dininizle ilgili yorum yapmalarına değil, ne kadar tutarsız olduğunuzla ilgili yorum yapmalarına neden olacaktır, çünkü yapmış olduğunuz performans, sizin de ne hakkında ne kadar bildiğiniz ve aslında açık fikirli olmadığınızın bir göstergesi olacaktır. Noel ve yeni yıl arasındaki farkı bildiğinizi düşünürken, bir Ortodoks size Ocak ayında Noel kutlaması yaptığını söylediğinde, Ortodoks takviminin farklı olduğunu bilmediğiniz için şaşırabilirsiniz. Bach’ın Leipzig’li olduğunu, Liepzig’in ıhlamur ağaçları olan yer demek olduğunu, Mozart’ın bir adının da “Gottlieb” yani Tanırının sevdiği kul ya da Tanrıyı seven kişi demek olduğunu bilmiyorsanız biraz işiniz zor. Yani, tarihi, kültürel ve hatta dini olarak gideceğiniz ülkeyi tanımıyorsanız, orada kabul edilmeniz zor olacaktır, ancak gelir geçer sosyal aktivitelerde yer alabilirken, gerçek Avrupalı toplantılarında yer alamayacaksınız. Kendinizi “OktoberFest” de iş arkadaşlarınızla bira içerken resim çektirdiğinizde mutlu hissederken, en kilit aşamalarda size aynı kişiler “Göçmen!” dediklerinde alınacaksınız.
Tabi, “kaçış” isteğinin sebepleri çok çeşitli: hem ekonomik hem sosyolojik hem de kültürel çoklu faktör iç içe girmiş durumda. Günümüz dünyasında insanları yapmak istedikleri şeylerden alıkoyamazsınız. Bu insanlar daha iyi şartlar için, birçok şeyden de feragat ederek gidiyorlar. Ama göz ardı edilen, gittiğinde bireyin oranın yaşamına adapte olup olamayacağı gerçeği. Kendi öz kültürü ve değerlerini koruyarak adaptasyon en ideal olanı olsa da örnekler bize dışlanmış “göçmenler” ya da asimile olmuş bireylerin çoğunlukta olduğunu göstermekte maalesef. Ülkemiz bir öcü devleti, bir ilkel kabile devleti değil nihayetinde. Olumsuzlar olsa da “kaçan” insanların abartılı tavırları ile karşılaşıyoruz. Öyle bir tavır ki, ardına bakmamacasına koşarak uzaklaşmak söz konusu. Yine de şunu hatırlatmak isterim ki, 1970’lerdeki işçi göçmen vatandaşlarımızın yaşadığı sorunların tekrar yaşanması olasılık dahilinde.
Özet olarak, göçeceğiniz ülke hakkında yeteri kadar sosyokültürel altyapıya sahip bireyler, günümüz dünyası, tarihi, felsefesi hatta dini üzerinde entelektüel birikime sahip bireyler olarak “göçmek” yukarıda bahsettiğim sıkıntıların çekilmemesi için anahtar rol oynayacaktır.
“Bu dünya benim memleket”
Prof. Dr. Barış Durukan
Yorumlar (10)