Yalan ve siyaset ilişkisi, yöneten-yönetilen ilişkisinin tarihiyle hep iç içe olmuştur. Gerek tarih gerek siyaset bilimi araştırmalarında antik çağdan günümüze yalan ve siyaset ilişkisinin izini sürebileceğimiz pek çok kanıt bulmak mümkün. Ancak bu ilişkinin yıllar içinde oldukça farklı görünümler kazandığını da gözden kaçırmamak gerek.

Çağrı Kaderoğlu Bulut

Siyasetin içeriği ve formunun değişimine paralel olarak yalanın biçimi, işlevi, düzeyi ve toplumsal karşılığı da oldukça değişmiştir. Bu süreçte siyaset ve yalan ilişkisinin örgütlenebileceği kanallar ve araçlar da oldukça çeşitlenmiş, gelişmiştir. 

Yalan ve siyaset ilişkisini düşünürken, yalanın birkaç “etik yoksunu” politikacı tarafından kullanılması ile onun toplumsal ve kurumsal bir yönetim stratejisi olarak örgütlenmesi arasındaki farkı tespit etmek önemlidir. Her ne kadar bu iki durum birbirlerini karşılıklı olarak beslese de söz konusu farklılık, mevcut toplumsal durumun bozulduğu, yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği zamanlarda daha da görünür olur.

20. yüzyılda en berrak haliyle faşizm ve propaganda süreçlerinde görünür olan bu durum, sonraki yıllarda “demokratik” pek çok toplumda da karşımıza çıkmıştır. 21. yüzyıla geldiğimizde ise bir yönetsel aygıt olarak yalanın kullanımının had safhaya vardığı söylenebilir. Ancak burada ciddi bir dönüşüm söz konusudur. 

Bugüne kadar yalan ve siyaset ilişkisinde yalan, gayrimeşru bir araç olarak nitelenmiş ve ortaya çıktığında/çıkarıldığında hem önemli toplumsal tepkilere hem de söyleyenin/organize edenin çeşitli biçimlerde bedelini ödemesi gereken süreçlere neden olmuştur. Bu nedenle yalan, saklanması ve ortaya çıkmaması için çaba gösterilmesi gereken bir gizlilik halesiyle örtülmüştür. 

Günümüz toplumlarında ise hakikat ve olgusal gerçekler önemini yitirirken duygu, inanç ve bunlara dayanan doğruluk/haklılık tavrı hem toplumda hem de siyasette belirgin bir seviyeye ulaşmıştır. Olgusal alandan bu kopuş, yalan ve siyaset ilişkisini yeni bir boyuta taşımıştır. Post-truth (hakikat-ötesi) olarak kavramsallaştırılan bu durumda siyasal alan, kitlelerin korku, hınç, kaygı, merhamet, öfke gibi duygusal güdülerinin provoke edilmesine ve bu güdülerin siyasette asli unsur haline getirilmesine dayanır. 

Bu da rasyonel düşünmenin askıya alındığı, siyasetin gerçeklikten kopuk ya da onu görmezden gelen bir tavırla yürütüldüğü anlamına gelir. Gerçek ile yalan arasındaki farkın bulanıklaştığı ve giderek aynı statüde eşitlendikleri, sonuçta da herhangi bir olayın veya ona ilişkin bilginin doğru ya da yalan olmasının bir öneminin kalmadığı yeni bir eğilim ortaya çıkar. Bu yeni dönemde yalan artık gayrimeşru ya da saklanması için özel çaba sarf edilen bir unsur olmaktan çıkmış, yaygınlaştırılması ve ısrarla savunulması gereken bir mevziye dönüşmüştür.  

Bu noktada önemli bir gelişmeden daha bahsetmek gerekir: Artık çıkarları için yalan söyleyen siyasetçiler/sistemler ve onlara inanan (kandırılan) kitleler değildir üzerinde durulması gereken; siyasette söylenen yalanı, yalan olduğunu bilerek fakat doğruymuşçasına savunan ve sahiplenen topluluklar söz konusudur. Değişim sadece “kandırılma” ya da “yalana inanma” değil, yalan olduğu bilinen bir durumun, tavrın, olgunun doğruymuşçasına savunulması ve siyasette operasyonelleştirilmesidir. 

Bu toplulukların ne kadarlık bir nüfusa sahip olduğundan daha önemli olarak, yalanın siyasette bu şekilde yer etmesine dönük durum, üzerinde düşünülmeyi gerektiriyor. Burada can alıcı nokta, hem toplumda hem de siyasetin çeşitli boyutlarında yalanla kurulan bu yeni ilişki tarzı ve bunun giderek olağanlaşması, makulleşmesidir. Toplumların, siyaset alanında yalana maruz kalmasından yalana ihtiyaç duyar hale gelmesine varan bir süreçten bahsedebiliriz. 

Bu noktada yalnızca derin manipülasyon ve yeni yönetim/denetim stratejilerinin başarısından söz etmek eksik olacaktır. Yalanın bu yeni biçimine gönüllü olarak katılan, onu genişleten ve toplumsallaştıran kitlelerin bu tavırlarının altında hangi maddi toplumsal ihtiyaçların yattığı düşünülmelidir. Bu ihtiyaçların neoliberal dönemle ve giderek otoriterleşen yeni kapitalizmin ekonomik, siyasal, toplumsal ve sosyo-psikolojik koşullarıyla ilişkisi incelenmelidir.  

Neoliberal çağda yaşamın maddi temellerindeki güvensizlik, korku, belirsizlik, atomizasyon ve bunun sonucunda beliren “tutunamama”  durumunun, dünya ile tutarlı bir ilişki kurulamamasını beraberinde getirdiği üzerinde çokça durulan bir gerçek. Yeni dönemin, hem bireylerin toplumsallıkla bağını ve ona dönük algılarını hem de bireysel varoluşun bizatihi kendisini ciddi bir kırılmaya uğrattığını, bunun da hakikat (truth) ve hakikat-ötesi (post-truth) arasındaki sınırları daha rahat muğlaklaştırdığını düşünebiliriz. 

Aidiyet hissi, geleceğe dönük güven, kendi yaşamı üzerinde kontrol ve güç sahibi olma gibi ihtiyaçlarını karşılayamayan kitlelerin bu duruma tepkisi bir yandan tüm dünyada protesto ve isyanlar olurken, diğer yanda azımsanmayacak bir kesim için duygulanımları yoluyla koşullarını ve yaşamlarını katlanılır kılmaya dönük siyasal, toplumsal ve psikolojik tavırlar olmaktadır. Bu ikincisi, günümüzdeki sağ-popülist otoriter rejimlerin toplumsal temeli olarak düşünülebilir.

Post-truth durum, siyaset ve toplumun yanı sıra medya için de geçerlidir. Post-truth medya, post-truth siyasetin ayrılmaz bileşenidir; onun işlemesi ve doğallaştırılması için hayati önemdedir. Türkiye’de son dönemde yerleştirilmeye çalışılan medya düzeni ve medya-siyaset ilişkisi de böylesi bir ihtiyacın görünümü olarak değerlendirilebilir. 

Dolayısıyla bir yandan siyaset ve medya tarafından örgütlenen post-truth mekanizmalarla, diğer yandan ise kitleleri yalanlara açık ve yatkın hale getiren yıkıcı toplumsal koşullarla mücadele etmeden ne medyayı ne de toplumu savunmak mümkün olabilir. “Yalandan kim ölmüş!” serzenişinin günümüzdeki sonuçlarını yeniden düşünmenin vaktidir.