Suriye’de son günlerde yaşanan hızlı gelişmeler, 2011’den bu yana süren savaşın seyrini değiştirdi. 7 Aralık gecesi muhalif İslamcı grupların Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesiyle Suriye’de yönetim radikal biçimde el değiştirdi.

Çağrı Kaderoğlu Bulut

Bu değişiklik kimilerince “devrim” olarak nitelendirilirken kimilerince de “emperyalizmin gecikmiş kazanımı” olarak değerlendiriliyor.

Savaş boyunca hayli etkin bir aktör olarak yerini alan Türkiye, son günlerde yaşanan gelişmelerde de muhaliflere desteğini açıkça ortaya koydu. Bu noktada Türkiye’de medyanın yayınları, haberleri ve yorumları hayli dikkat çekici bir niteliğe kavuştu. Zira siyasetteki ayrışmanın medyaya yansımaları da aynı paralelde kendini gösteriyor. Kutuplaşmış siyasal alan ve medya ortamı, Suriye’deki gelişmelerin değerlendirilmesi ve aktarılması konusunda da iki ayrı medya pratiği ve içeriği üretti, üretiyor. 

Söz konusu gelişmelerin nasıl aktarıldığı, hangi boyutların öne çıkarıldığı, hangi bağlamlarla çerçevelendiği ve söylemsel olarak hangi stratejilerin kullanıldığına bakmak, Türkiye’deki siyasal mücadelenin medyaya nasıl yansıdığını görebilmek bakımından anlamlı bir tablo sunacaktır.

Medyada İki Farklı Suriye

İktidara yakın ana akım medya Suriye’deki yürüyüşü Erdoğan’ın açıklamalarına paralel olarak “zafer çığlıkları” altında selamlarken, muhalif medya Suriye’deki örgütlerin cihatçı özelliklerine, Suriye’deki istikrarsızlaşmanın Türkiye için tehditlerine ve bölgedeki emperyalist yayılmacılığın sonuçlarına daha fazla vurgu yapıyor. 

Suriye’deki gelişmeler ana akım medya ve iktidar tarafından, daha önce de pek çok kez yapıldığı gibi, bir iç siyaset malzemesi olarak araçsallaştırılıyor. Bu kapsamda Suriye’deki rejim değişikliği ve Esad’ın düşüşünü, AKP’nin ve Erdoğan’ın başarısı olarak kutlayanlarkadar bunu Türkiye vurgusu üzerinden ulusallaştırmak isteyenler de mevcut. AKP’nin erozyona uğrayan toplumsal desteğini bu “zafer” üzerinden yeniden tesis etmek, ana akım medyanın önemli girişimlerinden biri olarak beliriyor. 

Devlet ve milli güvenlik söylemi, ana akım medyada Suriye süreciyle ilgili bilgilerin eksik, manipülatif ve kapalı şekillerde verilmesinin önemli nedenlerinden birini oluşturuyor. Bu öyle bir kapalılık ki süreç yalnızca medyadan ve kamuoyundan gizlenmiyor, aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi de şeffaf bir bilgilendirmeden yoksun bırakılıyor. Cumhurbaşkanlığı sisteminde “başkan ve adamları” Türkiye’nin Ortadoğu’da yalnızca bugününü değil uzun vadeli geleceğini de şekillendirecek hamleleri “kendi başlarına” ilerletiyorlar. Böylesi süreçlerin faturasını ülkece ödüyor oluşumuz ise ironik bir gerçek. 

Suriye’deki gelişmeler ana akım medyada, Türkiye açısından PKK ve YPG ile mücadelenin mihenk taşı olarak da konumlandırılıyor. Bu kapsamda kararlılık mesajları bu mecralardafazlaca yer alıyor. Oysa Suriye’nin yüzde 30’unu kontrol eden, savaşın ilk döneminde Esad’a karşı savaşan ve ABD ile ilişkileri hayli sağlam olan YPG’nin süreçte nasıl konumlandırılacağı, Suriye’deki güçlerin kendi aralarındaki olası bir koalisyonun Türkiye’ye nasıl etkileri olacağı sıklıkla tartışma dışında bırakılıyor. YPG ve PKK’nın bitişinin tek ve en önemli yolunun cihatçıların Suriye’deki zaferi olarak konumlandırılması da, uluslararası sürecin iç siyasette nasıl manipülatif bir araca dönüştürüldüğünün kanıtı olarak karşımıza çıkıyor.

Türkiye’nin Suriye sürecindeki etkisi ve gücü elbette yadsınamaz. Fakat bu güç ve nitelikleri ana akım medyada mutlak bir kahramanlık hikayesi mertebesine ulaştırılıyor. Gerçekçi analizlerden çok duygulanıma odaklanan bir anlatı dili ağır basıyor. Öyle ki, ana akım medyada Yavuz Sultan Selim’in Suriye’yi fethiyle bugünkü durumu benzetenler dahi var. Suriye’yi fethettik mesajlarıyla yeni Osmanlıcı hevesler dolaşıma sokuluyor. Türkiye’nin 13 yıl önce Suriye savaşına müdahil olurken takındığı heyecanlı tavrı bugün de sorgusuz sürdürüyor, hatta sonucu Türkiye’nin ve Erdoğan’ın kazancı olarak çerçeveliyor ana akım medya. Buna karşın muhalif medyada, Suriye’deki örgütlerin hızla kontrolden çıkabileceği, bu durumun Türkiye için riskler yaratabileceği sıklıkla vurgulanıyor. 

Türkiye’nin iki farklı medya kampında yaşananlar, son gelişmelere dönük salt politik tutum ya da siyasi görüş farkı değil, aynı zamanda haber ve yorum üretiminin niteliğiyle de ilgilidir.Ana akım medyada çoğunlukla duygulanım üretmeye odaklı, kahramanlık ve zafer anlatılarına açık, heyecanlı ve magazinel bir anlatım ağırlıktayken, muhalif kanatta analiz ağırlıklı, görece soğukkanlı fakat kaygılı bir habercilik pratiği hakimdir. Haberlerin ilgi çekici formlarda ve “tık tuzağı” olarak kurgulanması, stüdyo ve yorumculuk sistemlerinin görece aynı olması ise temel ortaklıklar olarak izlenebilmektedir. Bu iki farklı habercilik pratiğinin toplumsal sonuçlarının, etkilerinin ve yol açacağı yeni patikaların neler olacağını ise zaman gösterecek.

Bir sonraki yazıda son süreçte yaşanan belirli örnekler üzerinden medyaya bakmaya devam edeceğiz.