Türkiye’de gazeteciliğin sorunları tartışılırken öne çıkan başlıklardan biri de gazetecilik bölümlerinin ve eğitiminin durumudur. Üniversiteler bünyesindeki gazetecilik bölümleri, Türkiye’de formel gazetecilik eğitiminin temel ve “resmi” adresi olarak önem taşıyor.
Çağrı Kaderoğlu Bulut
Buna karşın bu bölümlerdeki eğitim süreçleri genellikle “içsel” ya da “sektörel” dinamiklerle ele alınıyor. Oysa bunlar kadar süreci etkileyen hatta bu dinamikleri sarmalayan bir başka temel unsurdan da bahsetmeliyiz: Yükseköğretim politikaları. Bu politikalar, gazetecilik eğitimlerinin yalnızca kurumsal formunu değil, niteliğini, içeriğini, amaçlarını, süreçlerini ve çıktılarını da temel düzeyde belirliyor.
Bugün üniversitelerin, dolayısıyla gazetecilik bölümlerinin ve eğitiminin yapısını ve niteliğini şekillendiren küresel ve yerel iki temel eğilimden söz edebiliriz.
İlki, küresel düzeyde deneyimlediğimiz ve üniversiter eğitimin her alanında karşımıza çıkan kitleselleşme ve devamındaki piyasalaşmadır. Kitleselleşme eğiliminin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığını ve yükseköğretimin daha geniş toplum kesimlerine yaygınlaştırılması sürecinde anlamlı bir genişleme yarattığını söyleyebiliriz. Bu eğiliminin Türkiye’deki karşılığı 1970’lerde yaşanan kalkınma için üniversite yaklaşımında somutlaşıyor ve bu dönemde daha önce üniversite eğitiminin dışında kalan toplum kesimleri için eğitim ulaşılabilir oluyor.
Fakat özellikle 1970'ler ve sonrasında neoliberal politikaların eğitim süreçlerini dönüştürmesiyle birlikte kitleselleşme de endüstrileşme ve piyasalaşma biçimini alıyor. Bugün endüstrileşmiş üniversiteler ve eğitim sistemleri ile karşı karşıya bulunuyoruz. Artık eğitimin niteliğinin standartlaşması, öğrencilerin eğitim süreçlerinde “oyalanmadan” mezun edilmesi, bir piyasa değeri olarak küresel sıralamalarda yer alınması ve eğitimin tüm boyutlarının nicel, ölçülebilir ve rekabete açık olması önemseniyor. Kamucu bir üniversite ideali yerini neoliberal üniversite yaklaşımına bırakmış durumda. Bu dönüşüm gazetecilik eğitiminin temel niteliklerini ve toplumsal işlevlerini de önemli oranda etkiliyor.
Süreci belirleyen ikinci eğilim ise daha yerel bir özellik taşıyor. 1990’larda başlamakla birlikte 2006’da zirvesine ulaşan “her ile bir üniversite” politikası, üniversite sayılarında radikal bir sıçrama yaratmıştır. Bu politika ile 81 ilin tamamında devlet üniversitesi açılmış ve 2006 yılına kadar 53 olan devlet üniversitesi sayısı günümüzde 131’i bulmuş durumdadır.
Bu politikayla birlikte üniversiteler kimi politik ihtiyaçlar, merkezi kurumsal düzenlemeler ve yerel ekonomik “avantajlar” için araçsallaştırılıyorlar. Yeni açılan üniversiteler öğrencilere, eğitime ve bilgi üretimine sağladıkları imkan ve olanaklardan çok bölge ekonomisine ve siyasetine sağladıkları katkılarla ele alınıyor. Gazetecilik bölümlerinin durumu da bu sürecin en somut öneklerinden birini oluşturuyor.
Eğitimde uçurum ve dört temel sorun
Yükseköğretimi yeniden yapılandırmayı amaçlayan bu iki eğilim sonucunda Türkiye’de son 15 yılda birçok yeni gazetecilik bölümü açıldı. Bugün 35’i devlet, 6’sı vakıf üniversitelerinde olmak üzere 41 gazetecilik bölümü bulunuyor. Bunlara uzaktan eğitim programları da eklenince sayı daha da artıyor. Bu koşullarda özellikle yeni açılan iletişim fakülteleri ve bölümler bazında ciddi bir plansızlık olduğu gözlenebilir.
Alandaki araştırmalara dayanarak gazetecilik bölümleri ve eğitimi bakımından dört temel sorundan bahsedebiliriz. İlk olarak, sözel bir bölüm olmasından dolayı “maliyetinin düşük olduğu” ve bu nedenle açılması daha kolay kabul edilen gazetecilik bölümleri yeterli altyapı, donanım, öğretim elemanı, üniversite ve kente özgü sosyal olanaklar sağlanmadan irili ufaklı pek çok kentte kurulmuş bulunuyor. Fotoğraf makinesi dahi bulunmayan birçok gazetecilik bölümünün varlığı sır değil. Bu da gazetecilik işinin doğası gereği içermesi beklenen kültürel-sosyal-kentsel donanım edinme imkanlarını; teknolojik, akademik, mesleki alanlarda kendini geliştirme olanaklarını önemli ölçüde kısıtlıyor.
İkinci olarak gazetecilik bölümlerinin kontenjanlarının ihtiyacın oldukça üzerinde yapılandırılmasından söz edilebilir. Türkiye’deki gazetecilik bölümlerinin 60 ila 100 arasında kontenjanı bulunuyor. Buna bir de uzaktan eğitim gazetecilik programları eklendiğinde ihtiyacın oldukça üzerinde bir kontenjan oluşuyor. Sektördeki işsizlik ve daralma ortamında bu kontenjanların artışı olumlu sonuçlar üretmiyor.
Bu kapsamda üçüncü kritik sorun alanı, gazetecilik bölümleri arasında ciddi bir uçurumun oluşmuş olmasıdır. Bugün Türkiye’de gazetecilik bölümleri arasında iki uçta yoğunlaşmış belirgin bir ayrışmadan söz edilebilir. Bu durum, eğitim sistemi içerisinde zaten var olan eşitsizlikleri kurumsal ve sistematik hale getiriyor. Uçurumlaşma, hem kamu üniversiteleri arasında hem de kamu ve özel üniversiteler arasında belirginleşiyor.
Dördüncü sorun alanı ise, söz konusu uçurumun coğrafi ve zamansal bir ayrışmaya da denk düşüyor olmasıdır. Örneğin kamu üniversiteleri içinde ilk beşteki gazetecilik bölümlerinin tamamı ülkenin batısında ve gelişmişlik düzeyi yüksek büyükşehirlerde yer alırken, son beşteki bölümler genellikle doğuda ve gelişmişlik düzeyi düşük küçük illerde yer alıyor. Bu coğrafi ayrışma, bu bölümlere yerleşen öğrencilerin demografik profilleriyle de etkileşim halinde bulunuyor: Doğudaki illerden gelen öğrencilerin batıdaki bölümleri kazanma oranları oldukça düşüktür. Bu öğrenciler, puanlar ve maddi olanaklar nedeniyle yine kendi bölgelerindeki üniversitelere gidebiliyorlar. Bu durum kadın öğrenciler için daha da sınırlı ve zordur.
Kamuda ilk beşte yer alan gazetecilik bölümlerinin tümü, kökleri 1950’lere ve 1970’lere uzanan gazetecilik okullarına dayanıyor. Bu okulların 1992’de fakültelere dönüştürülmesiyle güncel görünümlerini alıyorlar. Son beşteki bölümlerin ise neredeyse hepsi 2006 sonrasında kurulmuş durumda. Dolayısıyla yalnız bölgesel bir uçurumdan değil, zamansal bir uçurumdan söz etmek de mümkün.
Eşitsiz gelişim girdabında ne yapmalı?
Türkiye’de yükseköğretim politikalarının gazetecilik bölümleri açısından derin bir eşitsiz gelişim yaratmakta olduğu söylenebilir. Bu sürecin orta ve uzun vadeli sonuçlarını hep birlikte deneyimleyeceğiz. Üniversiteye girişte başlayan eşitsizliğin üniversite eğitimi ve mezuniyet sonrasında da sürebileceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu eşitsizlikleri azaltabilmek üzere, öncelikle gazetecilik bölüm kontenjanları ihtiyaca uygun bir şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Özellikle yeni kurulan üniversitelerin altyapı, donanım ve öğretim elemanı gibi eğitimsel eksiklikleri nitelikli bir şekilde giderilmelidir. Bu üniversitelerin bulunduğu kentlerin sosyal ve kültürel yaşam olanaklarının nasıl zenginleştirilebileceği üzerine de düşünülmelidir.
Gazetecilik eğitiminde yükseköğretim politikaları eşitsizliği derinleştiren bir öğütücü olmak yerine, onu gidermeye çalışan bir manivela olarak da konumlandırılabilir. Bunun için söz konusu politikaların planlı, kapsayıcı ve kamusal bir perspektifle yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç vardır.
Not: Bu yazıdaki temel fikirler, Dr. Özgün Dinçer ve Tuğrul Çomu ile birlikte yaptığımız ortak araştırmaya dayanmaktadır. Bu metinde paylaşmama izin verdikleri için teşekkür ederim.