AB Bakanlığına getirilen Ömer Çelik’in önceki Bakan Volkan Vural’dan görevi devralırken "Türkiye için AB perspektifi çok önemlidir ama yegane seçenek değildir" sözleri hiç de şaşırtıcı gelmedi gelişmeleri yakından izleyenler için.
Zaten Ahmet Davutoğlu’un, başbakanlığı döneminde ,AB ülkeleri tarafından Türkiye devletindeki yürütme erkinin başı olarak kabul görmesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı son derce rahatsız etmiş ve de Davutoğlu’nun başbakanlığının sonunu getirmişti.
Başta Avrupa olmak üzere ,Batı dünyasının Erdoğan yerine Davutoğlu’nu hazırladıkları kuşkusu, "Hoca’dan" bir an önce kurtulma operasyonunu hızlandırmıştı.
Aynı kuşkunun hala sürdüğü konusunda, şimdiden ufak ufak Davutoğlu’na yönelmeye başlayan "Lider" çevresindeki eleştirilerin, kısa süre sonra dozunun artacağından kimsenin şüphesi olmasın.
Büyük bir olasılıkla bu eleştiriler, Erdoğan’ın mutlak iktidarını sağlamak amacıyla önümüzdeki sonbaharda yaptırmayı düşündüğü erken seçime kadar devam edecek.O seçimde de Batı’nın alternatif aday olarak belirlediği izlenimi veren Davutoğlu’nun ipi çekilecek.
Böylece Erdoğan’a "alternatif" tehlikesi de yok edilmiş olacak.
İşin ilginç yanı, Batı’nın muhalefetin şu anki kompozisyonundan bir ışık yakalayamadığı için Erdoğan’ın rakibini kendi partisi içinde bulma arayışı olsa gerek.
ACABA KENDİSİ DE İNANDI MI?
Yeni Başbakan Binali Yıldırım dış politikayla ilgili olarak yaptığı ilk açıklamada "Dostlarımızın sayısını artırırken düşmanlarımızın sayısını azaltacağız " şeklinde konuştu.
Tabii herkesin aklına Mısır ve İsrail ile dondurulmuş ilişkilerin normalleşmesi için yoğun diplomatik girişimlerin başlatılması geldi. Zaten İsrail ile müzakerelerin olumlu bir yönde ilerlediği haberleri duyulmuştu.
Suudi Arabistan’ın da Mısır’la olan anlaşmazlığın giderilmesi ve Sünni cephenin güçlenmesi için devrede olduğu da ısrarla dile getiriliyor.
Yakın dönemde, Tunus’un ardından Mısır’da da Müslüman Kardeşler örgütlerinin bundan böyle "Siyasi İslam"ı bir kenara bırakarak Din ve Devlet İşlerini birbirinden ayırıcı yeni bir politika izleme yolunu seçmeleri Ankara’da nasıl karşılandı, bilinmiyor.
Biz ne Beştepe’den ne de AKP yönetiminden bir reaksiyon geldiğini duyduk. Müslüman Kardeşlerin mutlak destekleyicisi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan bu gelişmeye sevindi mi kızdı mı, henüz bir ses gelmedi.
Binali Yıldırım’ın "dost-düşman" söylemine dönersek, yeni Başbakan’ın, yani yürürlükteki Anayasaya göre Yürütmenin başındaki kişinin talihsizliğine bakın ki,bu sözlerinin üzerinden iki gün geçmeden "kadim dostları" suçlayan bir Milli Güvenlik Kurulu kararına imzayı atıverdi.
PKK’nın Suriye Kolu PYD’nin ardı ardına bazı Avrupa ülkelerinde siyasi temsilcilik açması üzerine hazırlanan MGK bildirisinde, bu ülkelerin adları sıralanarak "bu davranışların dostluk ve müttefiklikle bağdaşmayacağının altı çizilmiştir" denildi.
Aslına bakarsanız PYD’nin büyük patronu PKK uzun yıllardır bu ülkelerde istediği gibi at koşturuyor. Kimilerinde resmen "terörist" olarak kabul ediliyor ama o ülkelerde teröre karışmadığı sürece,çalışmaları görmezlikten geliniyordu.
Hatta,o ülkelerin çıkarları doğrultusunda, "güçlü bir Türkiye" oluşmasının önünün kesilmesi için kullanıldıkları da biliniyordu.
Ama o ortamda da AB ile ilişkiler resmen sürdürülüyordu. Tepkiler genellikle diplomatik yollardan kamu oyu tahrik edilmeden gösteriliyordu.
Milli Güvenlik Kurulu’nun toplandığı gün, yabancı bir haber ajansı Suriye’de, IŞID’in kalesi Rakka’ya düzenlenen harekat sırasında, üniformalarına PYD’nin askeri kolu YPG’nin armalarını takmış Amerikan askerlerinin resimlerini servise koydu.
Bir PYD yetkilisi "Amerikan askerlerini cephe hattında görürsek moralimiz yükseliyor" dedi.
Ve bu harekatta kara güçlerine destek de Türkiye’nin İncirlik üssünden kalkan "dost koalisyon" uçaklarınca sağlandı.
PYD’nin Avrupa ülkelerinde temsilcilik açması MGK bildirisinde yer alırken Amerikan askerlerinden söz edilmemesi şaşkınlık yaratmışken ertesi gün Dışişleri Bakanından zehir zemberek bir açıklama geldi:
"ABD’nin bu davranışı ikiyüzlülüktür."
Cumhurbaşkanı Erdoğan da kısa süre önce aynı tanımlamayı AB ülkeleri için yapmıştı hatırlarsınız.
Madem Amerika’nın yaptığı ikiyüzlülük o zaman İncirlik’i hala kullanmasına nasıl izin veriyorsunuz?
Bu tutumu kamuoyuna nasıl açıklayacaksınız?
TÜRKİYE NEYİN BEDELİNİ ÖDEYECEK?
Şimdi bu noktada bir duralım ve geldiğimiz aşamayı gözden geçirelim.
Düne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Putin ile içtikleri su ayrı gitmiyordu. Hatta Erdoğan Suriye’deki olaylar başladığı günlerde bile Rusya ve Çin’in başını çektiği Şanghay Beşlisi örgütüne katılmak için girişimlerde bulunuyordu.
Bu gün en büyük düşmanımız Rusya görünüyor.
Erdoğan’ın Batı’yı ve Batının demokrasi kurallarını sevmediği çok açık. Dolayısıyla 150 yıl önce Batı ile oluşturulmaya başlanmış sistemin içinde yer almaktan pek hoşlanmıyor.
Peki, Rusya ile kavgalı, Amerika’ya söz geçiremeyen, Avrupa Birliği ile ipleri koparmak üzere olan bir yönetim kimlerle yol arkadaşlığı yapacak?
Hemen, insanın aklına, Erdoğan’ın tek adam otoritesine göre kurmak istediği siyasal düzen geliyor.Tabii bu rejimin bir de "İslam" referansı taşıyacağını unutmamak gerek.
Örneğin İran..Güzel de İran da tek adam gücü yok. Güç ,halkın seçtiği Cumhurbaşkanı ile İran’a özel bir sistemle oluşturulan "dini devlet rejimini siyasi kararlara karşı koruyan, din adamları konseyinin başındaki Ayetullah" arasında dengelenmiş durumda.
Suudi Arabistan’a geçelim. Evet başta kral var. Otorite onda gözüküyor. Ama aslında güç, petrol gelirleri üzerinden, kraliyet ailesi ve diğer aşiret ileri gelenleri arasında paylaşılıyor. Kral her istediğini, o dengeleri aşıp kolayca gerçekleştiremiyor.
Ya Mısır.. Geleneğinde Batı tipi demokrasinin hiçbir zaman yer almadığı bir ülke. Zaten geçenlerde Kahire’yi ziyaret eden yabancı bir heyete konuşan, şimdilerin diktatörü General Sisi "bizde hiçbir zaman size benzeyen bir demokrasi kurulmasını hayal etmeyin" diyerek kendi açısından tartışmaları bitirdi.
Sisi’ninki gibi bir rejim düşünülüp o yola gidilir mi? Zannetmiyoruz. Onun sıfatının başında "general" yazıyor. Mısır’daki rejimin uygulayıcıları hep askerlerden çıkıyor ki biz bu rejime bir çizik atalım!
Ve gelelim faullü dövüşerek yıllardır iktidar da kalmayı başaran İsrail Başbakanı Netanyahu’nun konumuna.Asla olmaz..Çünkü İsrail’de çok güçlü bir Parlamento bulunuyor.Knesset adındaki bu Mecliste aklınıza gelen her görüşten parti temsilcisi var.Ve çok uzun yıllardır hep koalisyonlarca yönetiliyor.Dolayısıyla onu da geçiniz.
Tamam bulduk galiba..Kazakistan olabilir. Nazarbayev nasıl ömür boyu başkanlığa seçildiyse, benzer bir anayasa hazırlanabilir…Ama o ülkenin de Rusya ile çok sıkı fıkı olması ve Moskova’nın isteklerini hemen kabul etmesi çok tatsız!
Farkındasınız, "onurlu yalnızlığı" geride bıraktık "kimsesizliğe" yelken açtık adeta !
Çok yakında bu gelişmelerin ekonomik faturalarının ağırlığını hissetmeye başlayacağımızdan kuşkunuz olmasın. Turizmle başladı ile aslında…
Batı demokrasilerin dışında, örneğini verdiğimiz ülkelerin hiç biri doğal zenginliklerine rağmen dünyadaki Birinci Ligdeki ülkeler arasında yer almıyor.
Çünkü hiç birinde gerçek kuvvetler ayrılığına dayalı, ifade ve basın özgürlüğü sayesinde oluşmuş bir demokrasi ortamında halkça denetlenen hukuk devleti ilkelerine sahip bir rejim yok.
Umalım ki; Türkiye fazla bedel ödemeden parlamenter rejimden vazgeçmeden, tehlikeli maceralara kapılarını kapatıp, 150 yıl önce girdiği yolda devam etsin çağdaş uygarlık hedefine ulaşmak için.