Başlarken özellikle Kıbrıs “meselesi” demiyorum, Kıbrıs “konusu” diyorum. Çünkü konunun mesele sayılabilecek vasfı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin 1983’te ilanıyla, en azından Türk tarafı için, kalıcı bir şekilde tarihe mal olmuştur. Geriye, bugünümüzün işi olan Kıbrıs konusu kalmıştır.
Faruk Loğoğlu
Şimdi neredeyiz? Adada iki oluşum vardır: KKTC ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi! Birisi, Kıbrıs Türklerinin egemen iradesini yansıtan ve Türk milletinin ulusal dava olarak benimsediği “yavru vatan” gerçeğinin hayata geçirilmiş halidir. Diğeri, tarihi gerçeklere rağmen tüm ada üzerinde hakimiyet taslayan, Türkleri azınlık olarak gören, arkasına Yunanistan, Avrupa Birliği ve ABD’yi almış uydu bir yönetimdir.
Kıbrıs'ta Rumların duruşu öteden beri "Ya hep ya hiç"
1960 anlaşmalarıyla kurulan, ancak Makarios’un ortak yönetim öngören Anayasayı ortadan kaldırmak ve Türklere hükmetme gayretkeşliğiyle üç yıl gibi kısa sürede dağılmış, Kıbrıs Cumhuriyeti hukuken geçersiz ve yok kılınmıştır. Bu anayasal darbeyi takip eden dönemde gerginlikler, çatışmalar başlamış, durmak bilmeyen Rum katliamları karşısında 1974 yılında Türkiye’nin gerçekleştirdiği Barış Harekatı ile adada sükunet ve güvenlik tesis edilmiştir.
Bu arada yıllardır devam eden BM Genel Sekreterinin “iyi niyet” görevi çerçevesinde taraflar arasında sürdürülen görüşmelerde de bir sonuç alınamamıştır. Alınması da mümkün değildir çünkü Rum tarafı “ya hep ya hiç” esası gözüyle bakmıştır bu sürece! Rum tarafına göre herhangi bir federasyon düzeni, çoğunluk olan Rum’un egemenliğini esas almalı, azınlık olan Türklerin egemenliğini ikinci planda tutmalıdır! 2004 yılında Annan Planı’nın Rum tarafınca reddi bunun en kesin ispatıdır!
Türkiye'nin önceliği
Bugün “Türkiye’nin AB’ye alınmasının önündeki engel Kıbrıs meselesidir!” iddiasında bulunanlar var. Bu iddia tamamen yersiz ve yanlıştır! Kıbrıs konusu Türkiye'yle ilişkiler bakımından AB için sadece bir bahane, rahat kullanılabilen bir araçtan ibarettir! Yarın Kıbrıs konusu istedikleri gibi bir çözüme kavuşturulmuş olsa dahi AB ülkeleri Türkiye’yi aralarına yine almayacaklardır. Nedeni ise tarih, kültür, coğrafya, strateji farklılıkları gibi daha derin ve ciddi faktörlerdir.
Öte yandan, Türkiye’nin, bugünkü dağınık, göçmen korkusuyla yaşayan, ırkçı, anti-İslam, dinci ve popülist eylem ve söylemlerinin yükselmekte olduğu, yeniden seçilen ABD Başkanı Trump’ın darmadağın edici sınamalarına maruz kalacak bir AB’de işi yoktur. Hele de içerde kendisi beka sorunlarıyla karşı karşıya bulunan bir Türkiye’nin önceliği AB üyeliği değil, önce kendi evini içerde düzene sokmak olmalıdır. Zaten tam üyelik erişilmesi hedefi çok uzak olan çok boyutlu fikir olgunluğuna, ortak demokrasi ve laiklik değerlerine iki tarafça da zamanla ulaşılmasıyla mümkündür.
KKTC'nin tanınması için atılacak adımlar
Kıbrıs konusuna dönersek Türkiye’nin güncel politikası en azından söylem planında doğrudur. BM gözetimindeki görüşmeler sürecine, federasyon fikrine itibar etmeyen, çözümün artık egemen eşitlik ve eşit uluslararası statü anlayışına dayalı iki devlet esasına göre olabileceği duruşu yerindedir. Öte yandan, KKTC’nin uluslararası planda tanınması için Türkiye yönetimince yapılan çağrılar da önemlidir.
Ancak KKTC’nin tanınması için sadece çağrı yapmak yeterli değildir. Yeni bir strateji geliştirilmelidir. Bu bağlamda BM Genel Sekreterini Özel Temsilcisi vasıtasıyla canlı tutmaya çalıştığı iyi niyet görevini de Türkiye’nin ve KKTC’nin çok fazla dikkate alması için artık bir zemin veya neden kalmamıştır. O nedenle Ankara’nın Yunanistan ve İngiltere’yi de içine alacak 3’lü, 4’lü veya 5’li gibi değişik formatlarda toplanılması önerilerine de prim vermemesi gerekir. Bu toplantılar ancak Kıbrıs Türk tarafının KKTC sıfatıyla katılması halinde bir anlam taşıyabilir.
Ayrıca, dünyanın hemen her yerinde büyükelçiliği olan, TİKA ve diğer yollardan birçok ülkeye değişik alanlarda ciddi yardım ve katkılarda bulunan Türkiye, Kıbrıs konusunda ağırlığını koymalı ve hissettirmelidir. Öncelikle Türkiye ve KKTC görüşlerimizi özlü olarak ifade eden ortak bir “barış bildirisi“ yayınlamalı ve girişimlerimiz buna göre yapılmalıdır.
Olası bir tanıma eylemini cezalandırmaya kalkışacak ABD ve AB tarafına da görüşlerimiz ve KKTC’nin uluslararası düzeyde hak ettiği yeri almasının herkes için yarar sağlayacağını anlatmalı, tersine hareket etmeye devam ederlerse, bu durumun yaratmaya devam edeceği olumsuzluklar ve karşılık olarak verebileceğimiz tepkiler de paylaşılmalıdır. Bu bir strateji ve planlama işidir. Öyle zaman zaman ve sadece akraba Türk dünyası içinde kalacak hamlelerle -ki orada bile kayda değer bir mesafe alamamaktayız- tanınma konusunda ilerleme kaydetmek pek mümkün değildir. Kıbrıs konusunu milli dava olarak kabul ettiğimize göre, davaya eksiksiz ve daha güçlü bir şekilde sahip çıkmalıyız.
İki devletli çözüm esastır
Sonuç olarak, Türkiye iktidarı ve muhalefetiyle KKTC’nin tanınması için, eğer çözüm olacaksa bunun ancak iki devlet esası üzerinden olabileceği noktasında birleşerek net ve istikrarlı bir politika izlemesi şarttır.
Bu vesileyle ahiren 41. kuruluş yıldönümünü geride bırakan KKTC’yi ve Kıbrıs Türk halkını tekrar kutluyorum.