Yusuf KANLI
Ukrayna NATO’ya girsin mi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İsveç’in NATO’ya üyeliğine vetosunu kaldıracak mı tartışmaları bir kez daha hukukun mu, güçlünün hukuku m...
Yusuf KANLI
Ukrayna NATO’ya girsin mi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İsveç’in NATO’ya üyeliğine vetosunu kaldıracak mı tartışmaları bir kez daha hukukun mu, güçlünün hukuku mu uygulanmalı sorusunu gündeme taşıdı.
Toplumsal, kültürel, ahlaki veya dini değerler, gelenekler çok önemlidirler. Korunmalı ve yaşatılmalıdırlar. İnsanlığın ortak geçmişinden, tercümesinden süzülerek oluşan evrensel veya bölgesel kaideler, yaşam tarzları, görenekler ve tabii standartlar da uyumlu ve ahenkli. Beraber yaşamın temel gereksinimidirler.
Elbette bazı kurallar, değerler, gelenekler can sıkıcı, hürriyet kısıtlayıcı ve hatta o andaki duygu ve algımıza göre saçma sapan da gelebilir bizlere. Ancak, o bunaltıcı değerlerin çok uzun ve ciddi bir zaman imbiğinden süzülüp geldiğini, var oluşunun ciddi olduğu kadar yaşamsal da muhakkak bir sebebi olduğunu bazen kısa dönemde, çoklukla da bir süre sonra durumların nasıl geliştiğini analiz ettiğimizde teslim ederiz.
Vestfalya sistemi
Bu günkü uluslararası ilişkilerin temelini oluşturan ve kısaca “Vestfalya (Westphalia) ilkeleri”, ya da Vestfalya Antlaşması, dediğimiz kurallar, değerler, ilkeler manzumesi de çok uzun yıllar süren savaşlar sonunda 1648’de Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, diğer Alman prensleri, Fransa, İspanya, İsveç ve Hollanda arasında imzalanan ve Avrupa tarihini değiştiren bir anlaşma sonucu ortaya çıkmıştır. 10 yıl kadar sonra da, 1659’da İspanya ve Fransa arasında imzalanmış olan Pyrenees Antlaşmasının bazı kuralları da ilave edilerek bugün halen güçlü bir şekilde uluslararası sistemi etkileyen Vestfalya ilkeleri oluşmuştur.
Nedir bu ilkeler?
Bugünün uluslararası ilişkiler normları olarak kabul edilen Vestfalya Barışı ilkelerinden bazılarını şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Ulus devlet kavramı. Egemenlik siyasal ve dinsel otorite yerine ulus devletlerin toprağa dayalı merkezi otoritesinde olduğu tezini kabul eden yeni uluslararası ilişkiler düzeni doğmuştur.
2- Tüm devletler eşit ve kendi topraklarında egemendir.
3- Egemenliğe saygı gösterilmeli, içişlerine karışılmamalıdır. Ülkeler kendi sınırlarını koruma hakkına sahiptir. Sınırlara saygı gösterilmelidir.
4- Pacta sunt servanda ile kısaca Latince bahsedilen, “ahde vefa” ya da imzalanan anlaşmalara uyma, bağlayıcılığını iktidarlar değişse de kabul etmek, devlette devamlılık ilkesi vardır.
5- Ülkeler topraklarında komşu ülkeye hasım unsurlar bulundurmamalı, hasım unsurları desteklememelidir.
6- Ticari sınırlara saygı gösterilmelidir.
Bu sistemin zafiyet dönemlerinde Avrupa ve dünya çok ciddi iki büyük felaket geçirmiş, büyük acılar yaşamış, Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu bir güç dengesiyle ilke ve değerlerden ziyade grupsal çıkarlar ön planda olmuş ama genel uluslararası sistem olarak Vestfalya ilkeleri yürürlükte kalmıştır.
Sovyetlerin dağılması
21. yüzyılda başta küreselleşme süreçleri olmak üzere micro-milliyetçi ayrılıkçı talepler, ulus-ötesi hareketler ve kırılgan/çökmüş devletler gibi yeni devlet sınıflandırmaları, ulus-devlet ve egemenliğiyle özdeşleştirilen Vestfalya devlet sisteminin sorgulanmasına yol açmıştır. Egemenliğin ulus devletten ziyade Avrupa Birliği gibi devlet üstü yapılandırmalara devredildiği bu yeni döneme özellikle bir önemli gelişme de ciddi katkıda bulundu: Sovyetlerin çöküşü…
Koruma hakkı
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve özellikle eski Yugoslavya’nın çok sancılı, kanlı dağılma süreci ise bu ilkelere bir ilave yapılmasını doğurdu: Korunma hakkı. İnsan hakları söz konusu olduğunda içişlerine karışmama ve hatta müdahale hakkı. Bu çok ciddi ve tehlikeli bir ilke olarak pimi çekilmiş bomba olarak bir yandan insanlığın yararına kullanılabileceği gibi (örneği maalesef henüz görülmedi), güçlünün hukukunu uygulamada ilave bir güç unsuru olarak (Bosna ve Kosova müdahaleleri) uluslararası ilişkileri sisteminin parçası oldu.
Savrulan Türkiye
Rahmetli 9’uncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel Körfez Savaşını eleştirdiği bir mülakatımızda uluslararası sistemin iki temel kuralı olduğunu, bunlardan birinin hukukun, diğerinin de güçlünün üstünlüğü olduğunu vurgulamıştı. Çok da doğru söylemişti. Rahmetli Turgut Özal döneminde “Bir koyup üç almak” hülyası, daha sonra “Ya masada oturursun, ya masada menüde olursun” yaklaşımıyla, daha sonra da “boş verin uluslararası hukuku, biz moral yükümlülüklerim uyarınca davranacağız diye “açık kapı” siyaseti uyguladığımız Türk dış politikasındaki savrulma dönemi umarım artık sona ermektedir.
Saddam’dan Bush’a, Putin’e, hepsi aynı kafada
Ülkesinin çıkarları için uluslararası hukuku boş verip Irak ordularını Kuveyt’e gönderdiği, Halepçe halkını toplu öldürdüğü ve sair cürümleri için saklandığı kuyudan çıkarılıp, uyduruk bir mahkemede yargılanıp idam edilen Hüseyin Saddam gibi sonuçlanmasa da müsebbipleri açısından, Baba George Bush dönemiyle başlayan son dönem “güçlünün hukuku” uygulamaları, ABD’de kimin iktidarda olduğu fark etmeden, bazen adı “Körfez Savaşı”, “Demir Yumruk Operasyonu” bazen “Arap Baharı” olmuş on yıllardır devam etmektedirler.
Rusya açısından da bir fark yok, Ukrayna durumu, Suriye ortada. Sonuçta görüyoruz ki elinde çekiç olan her şeyi çakılacak çivi görmüş. Saddam’dan Bush’a, Putin’e, hepsi aynı kafada, güç kimde ise hakim hep o olmuş.
Türkiye’nin çıkarı
Son dönemde Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak Crans Montana sürecinde dönemin Dışişleri Müsteşarının bir Rum heyeti Ankara’da kabulünde kullandığı sözler üzerinden bir tartışma yaşanıyor. Bu iddialara cevabı Türkiye Dışişleri Bakanlığı hemen bir yalanlamayla cevap verse de maalesef biliyoruz ki öne sürülen savlar çok da mesnetten yoksun görünmüyor.
Ancak, Türkiye büyük devlettir ve çıkarları hem çok çeşitli hem de çok kapsamlıdır. Bir alanda taviz verilirken bir başka alanda ele geçirilebilecek kazanımlar, maliyet-kazanım değerlendirmesinde o günün koşuluyla çok da haklı görünebilecek iken bugünün koşularındaki değerlendirmede “hıyanet” olarak bile görülebilir. O dönemde yapılan bazı önerileri çok ciddi eleştiren birisi olarak eski defterlerin çerçeveden çıkarılıp yeni bir öneri paketiymiş gibi değerlendirmenin Türkiye’nin çıkarına olduğunu düşünmüyorum.
Crans Montana dahil tüm Kıbrıs görüşme süreci açıkça göstermiştir ki ne kadar uzun bir süre devam ederse etsin Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı açısından adada Rumlarla federasyon oluşturma çabası hiçbir sonuç vermeyecektir. Bunun sebebi Rum-Yunan tarafının adayı, egemenliği Kıbrıs Türkü ile paylaşmayı reddetmesi, Türkiye’nin adadaki mevcudiyetini ve adayla ilgili söz söyleme hakkını ortadan kaldırmaktır.
Öyleyse, adada çözüm nasıl mümkün olur? Çok basit. İki halkın egemenliği ilke olarak kabul edilmeden, ve süreç başarısız olursa bu kabulün uluslararası ilişkilerde bir karşılığı olacağı kayda alınmadan adada çözüm mümkün değildir.