Türkiye’deki siyaset anlayışına akıl sır erdirmek mümkün değil. Milletin muhalefet görevi verdiği partiler, iktidara karşı öylesine farklı bir davranış içindeler ki çözebilene aşk olsun.. Her biri ayrı havadan çalıyor. Nedenini kendilerinin dahi anlatamayacağı böyle bir politikanın gerekçesi olabilir mi? Zaten bu çözümsüzlüğü nasıl gidereceklerinin de sıkıntısını yaşıyorlar.
Tutarsızlık yüzünden kaybeden ise ülke oluyor. Kısır çekişmenin sonuçlarına katlanması gerekenlerde hala işin ciddiyetini kavramış değiller.
Böyle bir politika karşısında, Demirel, Ecevit, Türkeş ve hatta Erbakan’ın muhalefet dönemlerini hatırlamamak mümkün mü?
Birbirlerini en ağır şekilde eleştirseler bile, uygar bir siyasi mücadele vardı, kişiliğe saygı vardı. Daha da önemlisi, ne yapmak istediğini bilen parti liderleri vardı.
Bu usta politikacıların, muhalefet süreçlerini hafızalarımızda yeniden canlandırmamanın imkânı var mı?
Sözleri bile, sloganların ötesinde bir değer yargısına ulaşarak iktidarları yıpratmaya yetiyordu. Mesela şu deyimleri örnek olarak verebiliriz:
Silkele Demirel, düşecekler.
Susan değil, konuşan Türkiye!
Kurtar bizi Baba!
Ortanın Solu…
Kadayıfın altı kızardı.
Ak günler.
Milli görüş.
Dokuz ışık.
Bunları tekrar hafızalarımızda yaşatırken, izninizle önemli bir etken olarak düşündüğüm 1970-1980 dönemi basınına da değinmek istiyorum.
Özellikle bazı gazeteler ve köşe yazarları, yanlış, hatta maksatlı yorumlarla siyaset kirlenmesi yolunu seçmekte beis görmemişlerdi. Buna örnek olarak Demirel-Ecevit’le ilgili haberleri gösterebiliriz.
Mesela "Demirel ile Ecevit tokalaşmadılar. Birbirlerinin yüzlerine dahi bakmadılar…" gibi gerginliği adeta kaşımaktan çekinmediler.
Bu madalyonun bir yüzü idi. Bir de madalyonun öteki yüzüne bakalım. Tanık olduğum bir konuşmayı, burada dile getirmeyi bir zorunluluk olarak duyuyorum:
"Anıt-Kabir’de bile konuşmadılar" diye haberler kullanılırken, iki lider arasında ise şöyle bir konuşma geçiyordu:
"Sayın Ecevit, Atatürk’ün 100. Doğum yılı nedeniyle kurduğumuz komitede sizin de yer almanızı diliyorum" Ecevit’in cevabı kısa ve net olmuştu.
"Onur duyarım"
O dönemde de yanlı basın vardı ama yandaş değildi.
Bir başka misal daha vereyim. Demirel’e yöneltilen bir soruda "Sağcılar cinayet işliyor." tabiri kullanılmıştı. Demirel, bu tuzak soruya "Bana milliyetçiler cinayet işliyor" dedirtemezsiniz. Cevabını vermiş olmasına rağmen gazetede haberin başlığı "Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" şeklinde bir tahrife uğrayarak yayınlanmıştı.
Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Nedense bazı gazeteler, gerginliği tırmandırmak isteyen bir eğilim benimseme alışkanlığını bir türlü terk edememişlerdi. Bu tutum ise, daha sonraları muhtıraların, darbelerin sanki gerekçesini oluşturmuştu.
Oysa basın, dik durmasını bildiği dönemler de yaşamıştı. Örneğin 27 Mayıs darbesini yapanlara karşı takındığı tavır ve eğilmezlik hala hafızalarda canlılığını koruyor.
Hiç unutmam 27 Mayıs darbesinin önde gelen isimlerinden biri "Bab-ı Ali’nin altını üstüne getireceğiz" dediğinde, buna cevap kaya gibi olmuştu.
"Getir de görelim.."
Sonrası mı? Basın kazanmıştı. Çünkü o dönem gazete sahipleri, çekirdekten yetişme, mutfaktan gelme kişilerdi. İş adamı, köşeyi dönenler filan değildi. O onurlu dönemden, bugünlere geldik.
İçler acısı halin hüznünü ve acısını yaşıyoruz. Mesleğe 1948 yılında başlamış ve her kademesinde onur ve gururla hizmet verdiğim basın sektörünün, bu duruma düşeceğini söyleseler "Hadi canım sen de" der ve dudak bükerdim.
Dönüyorum, Demirel’in ünlü sözlerine.. Mesela "Sokaklar yürümekle aşınmaz" deyimi. Sormaz mısınız, Demirel bunu neden söylemiş?.. O günleri hatırlayarak, Demirel’in bunu açıklayan konuşmasını bir kez daha hafızalarımızda canlandıralım:
"Yıl 1970.. Ankara AP İl Kongresinde, çok iyi bir partili ve halk hatibi olan Sefer adlı arkadaşımız heyecan dolu konuşmasının bir yerinde sormuştu: Bu yürüyüşler de ne oluyor? Bunlara niçin müsaade ediliyor?"
Delegelerin salonu adeta titreten alkışları üzerine, kürsüye çıktım, Anayasanın izin almaksızın silahsız ve saldırısız toplanma ve gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahip olduğunu hükme bağlayan 28. Maddesini okuyarak. "Buna itiraz mı edeceğiz?" diye sordum.
Tabanı kuvvetli olan yürüsün. Sokaklar yürümekle aşınır mı? Anayasa’nın 28. maddesi izahtan başka bir şey değildir. "Sokaklar yürümekle aşınmaz demiş olmam.. Maksadım Anayasa’nın tanıdığı hakkın değerini anlatmaktı…"
Demirel’in daha birçok sözünün değerini ve önemini hala yeteri kadar anlamış ve çözmüş değiliz
Anlayabilmiş ve çözebilmiş olsaydık, krizler ve bunalımlar yaşar mıydık?