Yeni Anayasa yerine, "Laik ve Demokratik Cumhuriyetin tahrip edilme hazırlığı" gibi hızlanan olumsuzluklar moral bozarken, geçen Cumartesi günü, "umutların yeniden tutuştuğu görüntülere" tanık oldum. Cumhuriyet coşkusuna adeta yeniden kavuştum.

Cumartesi günü Anıtkabir Derneği’nin kongresi vardı. Derneğin üyesiyim. Derneğin üyeleri belli sayıda ve özenle seçiliyor. Kongreyi izlemenizi isterdim. 150 üye içinde, Laik ve Demokratik Cumhuriyet değerlerine ters düşen, çağdaş ve uygar yapımızın kuyusunu kazmaya çalışan tek kişi yoktu. Tümünün isteği özgür ve demokrat bir Türkiye’nin dünyada daima zirvede söz sahibi olmasıydı.

Kongre başlamadan iki saat önce Anıtkabir’e gittik. İstanbul’dan oğlum, gelinim ve torunum da gelmişlerdi. Erken gidip Anıtkabir müzesini ziyaret ettik.

Henüz İlkokul 2. sınıfa giden torunum Su Beliz’in müzedeki özenli gözlemlerini izlerken çok büyük bir gurur taşıdım. Her şeyi çekinmeden soruyor, derneğin görevlisi bilgi verdikçe söylenenlerin ayrıntılarını deşmekten çekinmiyordu. Atatürk’ü adeta ezbere biliyordu.

Dernek, Büyük kurtarıcının o dönem kullandığı otomobillerinin en eski modellerinden ikisini öyle güzel hale getirmişti ki, bu saygın davranış gözlerimi yaşarttı. Su Beliz de bana dönerek, "Dede, Atatürk’e ait her şeyin gelecek kuşaklara sapasağlam ulaştırılmasına çalışıyorsunuz değil mi?" diye sorunca sadece benim değil, Babaannesinin de, babası ve annesinin de gözlerinden yaşlar aktı. Bu ne büyük mutluluktu Tanrım! "Tüm çocuklarımızın bu duyarlılıkta olmasını" diledim.

Müzenin tüm odaları ve koridorları tıklım-tıklım doluydu.

Bahçeye çıktığımızda mutluluğum ikiye katlandı. Çünkü bahçede, giriş-çıkış yollarında insan seli akıyordu. Öğrenciler, sakallı dedeler, başı örtülü gençler ve yaşlı kadınlar, nikah masasından kalkıp Anıtkabir ziyaretine koşan gelinler ve damatlar, ama en çok da gençlerin ağırlıkta olduğu gruplar beni karamsarlıktan çekip mutluluğun tam ortasına taşıdı.

Soğuk havada beyaz gelinlikle omuzlarını örtemeden Anıtkabir’e koşan ve sevinçten havaya zıplayan geline takılmaktan kendimi alamadım:

"Aman kızım sakın kendini üşütmeyesin!"

"Bizi Atatürk sevgisi ısıtıyor amca, sakın merak etmeyin."

Bu diyaloga tanık olanlar da, bizi izleyenler de başladılar alkışlamaya. Damat gülümsedi:

"İşte Atatürk ateşi de böyle hissediliyor efendim."

Bu sırada zamanın nasıl geçtiğini bile fark etmemişiz, arka taraftan bir ses geldi:

" İsmet Bey, Atatürk’ün huzurunda kongre olarak saygı duruşumuz var. Çelenk koyacağız."

Önde çelenk taşıyan askerler, arkada bizler, uygun adım Anıt merdivenlerinde yürüyüşe geçtik. Muhteşem bir heyecan veriyor bu tırmanış.

Dernek Başkanı emekli Tuğg. Şadi Öner, çelengi koyduktan sonra üç adım geri geldi ve Tİ sesi ile saygıda bulunduk. Tüylerim diken-diken olmuştu. Nedense her gelişimde bu duyguyu yaşarım!

Oradan küçük sinema salonuna geçtik ve kongre başladı. Dernek yönetiminin üniversitelerde açtığı "Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in Türk kadınına kazandırdığı uygar gelişmeler" konulu yazı yarışması ödüllerine sıra geldi. Beş ödülden dördü, Üniversiteli kızlarımız tarafından paylaşılmıştı.

"İşte bu!" dedim, "Atatürk’ün Türk kadınlarına kazandırdıkları bu sonuçlarda belli oluyor."

Melike, Burcu, Alara, Simge ve tek erkek gencimiz Orhan ile gurur duyduk. Yine duygulandık.

Kongreden sonra büyük mutlulukla eve döndük. Tükenen neşem yerine gelmişti.

Moralim artmıştı. Her gün beyin yıkayan gerici TV programlarının yarattığı karamsarlık yitip gitmişti. Dağ Başını duman alamamıştı, Gümüş dere durmadan akıyordu. Ay yıldızlı bayrak dağların zirvelerinde dalgalanıyor, ama...

AMA BİRDEN HERŞEY DEĞİŞTİ.

Bu atmosferde açtığımız Televizyondan duyduğumuz ilk haberde yine SUR ve Cizre’den şehit haberleri veriliyordu. Bir günlük mutluluk bile çok mu görülüyordu bizlere?

Fidan gibi gençlerimiz kahpe kurşunların hedefi haline geliyordu.

Meğer, keskin nişancılar Türk veya Kürt de değilmiş. Aralarında Sırp varmış, iyi mi?

Bu "Çözüm süreci" neymiş be kardeşim, neleri nerede çözmüş de bizi yönetenlerin haberi bile olmamış. Bunca silah, onca terörist, kentlere köylere yerleştirmişler? Daha doğrusu yerleşmelerine kimler izin vermişler? Kimler göz yummuşlar?

Bir gün içinde insan mutluluğu zirvesinden kahredici dehlizlere nasıl tepetaklak düşüyor, benim halim bunun canlı örneği değil mi yani?

Ne çözüm sürecini içime sindiriyorum, ne açılımları savunabiliyorum.

Bülent Arınç’ın söylediklerini duyunca, yine içim acıdı. Vay be!

Bizi bu tehlikeli viraja götürenler, şimdi kalkıp gidişatımızı "istikrar dönemi" diye yutturuyor.

Başbakan Sur’u Toledo gibi yapacağını söyleyince dondum kaldım.

Toledo’yu görmüş bir gazeteci olarak küçük dilimi yutacaktım.

Toledo İspanya’da özerk bölge yönetimi uygulayan bir yer. Nasıl yani?

Başbakan yığınla danışmanına danışıp da mı verdi kararını?

Bunlar ne dediklerini ya bilmiyorlar, ya da ne yaptıklarının farkında değiller!

Umutlarımın yeşerdiği bir günün sonrasında, daha ağır şeyler yazmak istemiyorum

Mesleki terbiyem müsait değil, yalana dolana kalem oynatamıyorum.