Memleketimiz, birbiri ardına gelen katliam haberleri sebebiyle bu güneşli yaz günlerini üzerine çöken kara bulutların matem havasında geçiriyor.
Pelin Sayılgan
Niğde, Altındağ, Silivri, Edirne... Gün geçmiyor ki poşetlerle dev çukurlara atılan, parçalanmış, zehirlenmiş köpek haberleri almayalım. Belediyelerin yarattığı katliamın yanında yasadan cesaret alan hayvan düşmanlarının işlediği cinayetler de cabası.
Meclis bu yasama yılını hayvanların barınak denen ölüm kamplarına hapsedilip topluca katledilmesinin önünü açan ve kamuoyunda “katliam yasası” ya da “kanlı yasa” olarak anılan teklifi kanunlaştırarak kapattı. Yaratmaya çalıştıkları kutuplaşmanın aksine, kanun görüşmeleri sürecinde açıkça görüldüğü gibi toplumun zengin-fakir, laik-mütedeyyin, genç-yaşlı, şehirli-taşralı bütün kesimleri katliam yasasına var gücüyle karşı çıkarken, muktedirler halka rağmen yasayı Meclis'ten geçirdiler. Ülkenin vicdan sahibi insanlarının yüreği kan ağlarken, avukatlar, hayvan hakları savunucuları yerlerde sürüklenirken yasa yapıcıların gülerek poz veren fotoğrafları kazındı hafızalara.
2004 yılında çıkan 5199 sayılı Yasa’nın emrettiği kısırlaştırma görevini 20 yıldır yerine getirmeyen belediyeler yasa Meclis'ten çıkar çıkmaz hatta görüşüldüğü sıralarda alelacele hayvanları toplamaya ve imha etmeye giriştiler. Bunda art niyetli belediyelerin yasayı bahane ederek kolay yoldan hayvanlardan kurtulmak istemesinin yanında yasanın doğru anlaşılmamış olmasının da payı var. Yasa, yerel yönetimler adına toplanan sahipsiz hayvanları bakımevi dışında bir yere terk etmek veya bakımevinde barındırılan köpekleri bakımevi dışında bir yere bırakmaya hayvan başına 60 bin lira para cezası öngörürken, büyükşehir belediyeleri, il belediyeleri ve nüfusu yirmi beş bini aşan belediyeler bakımından, geçici 4’üncü maddenin ikinci fıkrasında belirtilen kaynağı ayırmayan belediye başkanı ve meclis üyeleri ile ayrılan kaynağı hayvan bakımevi kurmak, sahipsiz hayvanları toplamak, rehabilite etmek veya sahiplendirilinceye kadar bakmak için sarf etmeyen ya da bu kaynağı başka amaçlar için sarf eden belediye başkanı ve belediye yetkililerine altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilmesini emretmekte. Burada gözden kaçırılan husus, hayvanları toplamak için yeterli kapasitede bakımevi olmayan belediyelere 2028 yılına kadar bakımevi kurulması için süre tanınmış olması. Yani 2028 yılına kadar hiçbir belediye görevlisi sokakta köpek olduğu için hapse atılacak değil.
İşin tuhaf yanı, 2004 yılında çıkan Hayvanları Koruma Kanunu da belediyeleri bakımevi kurmakla yükümlendirmesine rağmen bugün 1.389 belediyeden sadece 322 tanesinde geçici bakımevi bulunmaktadır ve kısırlaştırma oranları oldukça düşüktür. Kısacası, bunca yıldır yürürlükteki kanun uygulanmamış, bunun faturası da kısırlaştırma yönteminin başarısız olduğu iddia edilerek hayvanlara kesilmeye karar verilmiştir. Hayvanların aslında öldürülmeyip bakımevlerinde barındırılacağı iddiası ise gerçeklikle örtüşmemektedir. Bahsedilen bakımevlerinin kapasitesinin 105 bin, ülkedeki sokak köpeği nüfusunun ise 2 ila 4 milyon arasında olduğu komisyon raporunda yer alırken sokak köpeklerinin bakımevlerinde misafir edileceğini iddia etmek insanların aklıyla alay etmekten başka bir şey olmasa gerek.
Yasada, “bakımevine alınan köpeklerden; insan ve hayvanların hayatı ve sağlığı için tehlike teşkil eden ve olumsuz davranışları kontrol edilemeyen, bulaşıcı veya tedavi edilemeyen hastalığı bulunan ya da sahiplenilmesi yasak olanlara uygulanacak tedbirlerde” 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu ve Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi işaret edilmiştir. Kanunda geçen bu muğlak ve subjektif değerlendirmeye açık ifadeler hukuk tekniği açısından oldukça problemli olmanın yanında hayvanların topluca katledilmesine imkân tanımaktadır. Gelen tepkiler sebebiyle “ötanazi” kelimesini kanundan çıkarmak zorunda kalan yasa yapıcıların, itlafların önünü açmak için 5996 sayılı Kanun ile Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’ne başvurdukları, lakin işaret ettikleri kanunlarla ilgili bütüncül bir okuma yapmayıp işlerine gelen kısımları cımbızladıkları açıkça görülmektedir. Gerçekleri kendi isteğine göre eğip bükmekten ibaret olan bu yöntem etik ve bilimsel olmadığı gibi, halk sağlığı aleyhine birçok olumsuz sonuç doğuracaktır. Sokak hayvanlarının sokaklardan hızlıca soyutlanmasının ya da öldürülmesinin popülasyonu ve salgın hastalık riskini daha da artıracağına önceki yazılarımızda değinmiştik. Yasa yapıcılar bu konuda bilim insanlarına ve konunun uzmanlarına kulaklarını tıkamışlar, her ne kadar kürsülerde kendileri için insanın öncelikli olduğunu iddia etseler de gün sonunda halk sağlığı için büyük tehdit teşkil edecek uygulamaların önünü açmışlardır.
Yasanın içeriği haftalardır gerek televizyon kanallarında gerek gazetelerde konuşuldu, konuşuluyor. Bu yazının konusu yasa maddelerinin ayrıntılı bir incelemesinden ziyade, yasaya ruhunu veren ve kürsülerde sıkça dile getirilen “önce insan” vurgusu. İnsan-doğa çelişkisinde yaşanan sorunların temelinde yer alan bu zihniyeti yasanın ayrıntılarına girmeden önce irdelemenin faydalı olacağına inanıyoruz.
İnsanı doğanın efendisi olarak gören anlayış, kapitalizmin akılsızlığı ve acımasızlığıyla birleşince doğayı şımarıkça kendi çıkarları uğruna tahrip etmekte, bunu yaparken de insan ve doğanın diğer unsurlarını karşıt taraflar olarak lanse edip aslında bu tahribattan insanların sadece ayrıcalıklı bir bölümünün faydalandığını gizlemeye çalışmaktadır.
Konuyu açıklığa kavuşturmak için “önce insan” diyenlere sorulması gereken sorulardan biri şu olabilir: Peki hangi insan?
Mademki önceliğiniz insan, doğal yaşamı katlederek zenginliğine zenginlik katmak için siyanürle maden arayanlar insan da toprağı, suyu zehirlenen köylü, madenlerde göçük altında kalan işçiler insan değil mi?
Mademki önceliğiniz insan, köpek nüfusunu patlatan ama bir türlü dokunmadığınız köpek üreticileri, hayvan kaçakçıları insan da sizin denetimsizliğinizin ve sorumsuzluğunuzun yükünü çeken, hayvanları kısırlaştırıp aşılayan, sahiplendiren, üç kuruşluk emekli maaşını hayvanlar için harcayan emekçi vatandaşlar insan değil mi? Bilim insanları köpekleri hapsedip öldürmenin salgın hastalıklara ve saldırı vakalarında artışa yol açacağını söylüyorlar, mademki önceliğiniz insan, dev barınaklar inşa edip zenginleşecek müteahhitler insan da köpek saldırısına uğrayan çocuklar insan değil mi?
Anladık, steril şehirler istiyorsunuz, şehirleri köpeklerden “temizlerken” mademki önceliğiniz insan, kentsel dönüşüm projeleri ile şehrin çeperlerine sürülen yoksullar insan değil mi?
Köpekleri, yoksulları, göçmenleri şehirlerden temizlemek, kapitalizmin kent yaşamına dayattığı rantçı politikaların bir ürünü. Üstelik bahse konu göçleri, yoksulluğu, sokak köpekleri sorununu yaratan da bu düzenin kendisi.
Dikkat ederseniz bu düzenin aktörlerinin tipik davranış kalıpları vardır: Savaş çıkarırlar, birileri zengin olur, birileri göç etmek zorunda kalır, kendi yarattıkları sorunun mağduru olan göçmenleri suçlarlar. Köpekleri kontrolsüzce üretirler, kısırlaştırmazlar, denetim yapmazlar, sonra da kendi yarattıkları sorunun mağduru olan köpekleri suçlarlar. Bu düzen birilerini gün geçtikçe zenginleştirirken birilerini yoksullaştırır, sonra da kendi yarattıkları sorunun mağduru olan yoksulları suçlar. Aslına bakarsanız temizlemeye çalıştıkları hayvanlar, yoksullar, göçmenler değildir kirli olan, düzenin kendisidir.
Demek ki neymiş? “Önce insan” denilerek kastedilen ayrıcalıklı bir insan kesimiymiş. Bu çelişkiyi örtmek için kullanılan yöntem de her zamanki gibi yapay bir düşman yaratmakmış, bu hikâyede yaratılan düşman da köpeklermiş.
Ayrımcılık ve zengin kayırmacılığı öyle bir boyuta geldi ki güya hayvanları koruma amacıyla yapılan kanun hayvanlar arasında bile ayrımcılık yapmakta, rantçı anlayış parayla satın alınan cins ev hayvanlarına yaşam hakkı tanırken sokaklarda yüzlerce yıldır bizimle yaşayan ama değişim değeri olmayan hayvanları ölüm çukurlarına mahkûm etmektedir.
Yine, “önce insan” diyenlere sormak gerekir: Henüz teklif kanunlaşmadan sadece kamuoyunda konuşulduğu günlerde bile birbiri ardına itlaf haberleri gelirken ve kanunun çıkmasıyla bir anda patlama yaşanan şiddet olaylarının sadece hayvanlarla sınırlı kalacağını mı düşünüyorsunuz? Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Sevil Atasoy, “hayvana eziyet-insana eziyet” ilişkisinin bilimsel olarak da kanıtlandığını söylüyor. Araştırmalar, çocuk istismarında bulunan ailelerin tam yüzde 88’inin hayvanlara da eziyet ettiğini, hatta öldürdüğünü ortaya koyuyor. Dünyaca ünlü birçok seri katilin ilk denemelerini hayvanlar üzerinde yaptığı da çok yaygın olarak bilinen bir gerçek. “Önce insan” diyenlerin hayvana şiddeti meşrulaştırarak bir dinamitin fitilini ateşlediklerini, toplumun en zayıf halkası olan hayvanlara yapılan zulmün toplumun bütün kesimlerine yayılacağını bilmeleri gerekiyor.
Hayvanlar da insanlar gibi acı çekmemekte çıkarı olan, acı çekme yetisine sahip, duygu ve bilinç sahibi canlılardır ve onların da tıpkı bizler gibi doğuştan gelen en doğal hakkı, yaşam hakkıdır. Her ne kadar muktedirler tarafından bu iki hak karşıtlık gibi gösterilmeye çalışılsa da hayvanlarla insanların yaşam hakkının birlikte korunacağı bilimsel modeller mevcuttur ve gerçek çatışma insanlarla hayvanlar arasında değildir. Yaşanan sıkıntıların suçlusu bizi düşmanlaştırmaya çalıştıkları sokak köpekleri değil, görevini yapmayan devlet kurumları, denetimsizlik ve rant politikalarıdır.
Sokak köpeklerinin mezarını kazanlar şunu iyi bilmelidirler: Sömürü düzeni kendi mezar kazıcılarını yaratır ve her zulümde bu mezar kazıcılar daha da güçlenip harekete geçerler. Tarih bunun örnekleriyle doludur.