Bir seçim dönemini daha geride bıraktık. Seçim sürecinde sosyal belediyecilik konusu sık sık gündem olurken sosyal belediyeciliğin tüm canlılar için olması gerektiğini savunan, fakat sesi fazla duyulmayan bir kesim vardı: Hayvan hakları savunucuları.
Pelin Sayılgan
Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP) seçimlerden bir süre önce belediyelerin karnelerini yayınlayarak konuya dikkat çekmiş, birçok belediye hayvan hakları konusunda maalesef sınıfta kalmıştı.
Bu yazıda, sosyal belediyecilik konusunda gelişkin uygulamalara sahne olsa bile, iş sokak hayvanlarına geldiğinde pasif kalan belediyelerin belli başlı argümanlarını irdeleyecek, hayvan hakları savunucularının birtakım beklentilerini dile getirmeye çalışacağız.
1) “Avrupa’da sokak hayvanı yok”
Avrupa’da tek tip bir uygulamadan bahsetmek mümkün olmamakla birlikte geneli itibarıyla, bizim popülasyon sorunumuzun temelinde yatan terk etmelere çok sıkı cezai yaptırımlar uygulanıyor. Ayrıca, Avrupa toplumu evcil hayvan konusunda oldukça bilinçli, bizdeki gibi marka hayvan özentiliği ve kontrolsüz hayvan ticareti söz konusu değil. Buradan hareketle bir belediye başkanının yapması gereken, sahiplendirmeyi özendirme ve toplumu bilinçlendirme konusunda kendisine vazife çıkarmak olmalı, tüm sokak hayvanlarını barınaklara toplayıp yok etmek değil.
Üstelik, bir utanç unsuru olarak görülen sokak hayvanlarımız ve onlarla birlikte yaşama kültürümüz Avrupalılar tarafından asırlardır hayranlıkla izlenen ve öykünülen bir durum. Pierre Loti’nin seyahatnamelerinde Türk halkının sokak hayvanlarıyla ilişkisinden hayranlıkla bahsettiğini biliyor muydunuz? Osmanlı zamanında kurulan ilk hayvan hastanesi Düşkün Leylekler Evi Gurabahane-i Laklakan’dan tutun, II. Abdülhamit’in Pastör Enstitüsü çalışmalarına, sokak hayvanlarını beslemekle görevli mancacılardan, hayvan refahına yönelik tasarımlarıyla Osmanlı mimarisine, yaşamımızın her alanında rahatlıkla gözlemleyebileceğimiz hayvan sevgisiyle dolu bir tarihe sahip bu halk neden Avrupa’ya özensin?
2) “Hayvanseverlere de saygımız var ama çok istiyorlarsa kendileri baksınlar”
Burada yaratılan algı hayvanseverlere yapılan gelmiş geçmiş en büyük haksızlıktır herhalde. Sanki biz sokaklar hayvanlarla dolup taşsın, sürüler halinde gezen köpekler insanlara saldırsın ve hiç kimse buna ses çıkarmasın, insanlar ölsün, hayvanlar yaşasın, herkes hayvanlara tapınsın istiyoruz!
Bilmeyenler için tekrar vurgulayalım: HAYVANSEVERLER DE SOKAKLARDA SAHİPSİZ HAYVANLARIN OLMASINI İSTEMİYOR. Bu hayvanlar sürekli olarak trafik kazalarına, tecavüze, açlığa, şiddete maruz kalıyor, tabiri caizse yeryüzünde cehennemi yaşıyorlar. Onları hayatta tutmaya ve nüfusu kontrol altına almak için kısırlaştırmaya çalışan hayvanseverler ise insanüstü bir çaba içerisinde büyük bir adanmışlıkla kendi hayatlarından vazgeçip bu cehenneme ortak oluyorlar. Kim, ne diye böyle bir hayat yaşamak istesin ki? Ve en önemlisi, kendisine sokak hayvanları için milyonlarca lira bütçe ayrılan ve kanunla görevlendirilen belediye ne hakla sorumluluğunu vatandaşa yıkar? Popülasyonun bu kadar artması acaba kimin suçu? Kısırlaştırma görevini yerine getirmeyip halkın kaynaklarını dev beton barınaklara gömen belediyelerin olabilir mi?
Belediyelerin yapması gereken, sorumluluğunu yurttaşlara yıkmak değil; gönüllüleri çözümün bir parçası haline getirmek, onların tecrübe, birikim ve enerjisinden iş birliği içerisinde faydalanmaktır.
3) “Sokakta hayvan olmaz, hayvanların yeri barınaklardır”
Dediğimiz gibi, bizler de sokaklarda hayvan olmasını istemiyoruz ama bunun yolu hayvanları bir anda sokaklardan toplamak değil çünkü hayvanları barınaklara toplamak ve sokakları tamamıyla boşaltmak daha büyük nüfus patlamalarına sebep olduğu çokça bilinen bilimsel bir gerçek. Üstelik Dünya Sağlık Örgütünün tavsiyesiyle çıkan 5199 sayılı Kanun’da yer alan ve dünyada birçok örneği bulunan “Kısırlaştır, aşıla, bırak” uygulaması popülasyonu azaltmanın en vicdani ve bilimsel yöntemi.
ScienceDirect sitesinde yer alan “A review of the interactions between free-roaming domestic dogs and wildlife” başlıklı makaleden aldığımız aşağıdaki bölümler sokak hayvanlarını öldürerek veya barınaklara hapsederek popülasyonu azaltmaya çalışmanın bilime ne kadar aykırı bir uygulama olduğunu gösterir nitelikte:
“Hayvan refahı ve insan sağlığı kurumları arasındaki iş birliği ile hazırlanan köpek popülasyonu yönetimi için mevcut kılavuzlar, aşılama ve kısırlaştırmanın bir kombinasyonunu önermektedir (OIE, 2011, WHO ve WSPA, 1990). Bu kılavuz ilkeler öncelikle insan sağlığı sorunlarını, kuduzun yayılmasını ve köpek nüfusunun artmasını azaltmayı amaçlamaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Hayvanları Koruma Derneği (WSPA), serbest dolaşan köpeklerin öldürülmesinin bu hedeflere ulaşmada başarılı olamayacağını tavsiye etmektedir (WHO ve WSPA, 1990). Yaban hayatı koruma kaygıları bu kılavuzlarda dikkate alınmamaktadır, ancak köpek popülasyonlarını yönetmek için yürütülen projeler ve araştırmalar, koruma biyologlarının kaynakları bir araya getirmesi ve halihazırda bu alanda çalışan kişilerle iş birliği yapması için bir fırsat sunmaktadır.”
Sokak hayvanı nüfusunun kademeli olarak azaltılması bilim insanları tarafından yıllardır bu kadar ısrarla dillendirilirken dev barınak projelerinde ısrar etmenin bir anlamı yok. Kısırlaştırmaya göre katbekat maliyetli olan bu projeler sorunun çözümü olmadığı gibi, sorunu daha da büyütecek. Alan koruma özelliğine sahip olan ve sürüler halinde yaşayan köpekler bir alandan alındığında şehrin çeperlerinden köpekler gelip bu alana yerleşmeye başlayacak. Kırsaldan gelen köpekler sokakları boş bulup hızla üreyecek, saldırı vakaları artacak, üstelik yaban hayatla teması olan bu köpekler salgın hastalık riskini artıracak.
Yine aynı makalede geçen aşağıdaki satırlar sorunun bu yönüne de değinmekte:
“Köpekler ve yaban hayatı türleri arasındaki etkileşimin en çok kırsal bölgelerde gerçekleşmesi muhtemeldir. Kırsal bölgelerde insan/köpek oranı genellikle kentsel alanlara göre daha düşüktür ve köpek sayısı bazen insan sayısını aşmaktadır (Wandeler ve ark., 1993). Kırsal alanlardaki köpekler, yem ve barınak buldukları insan egemen alanlar ile yabani türlerle karşılaşabilecekleri çevre alanlar arasında hareket edebilir (Macdonald ve Carr, 1995), bu da yalnızca yaban hayatı için sorun yaratma potansiyeli taşımakla kalmaz, aynı zamanda yaban hayatı ile yerel insan nüfusu arasında bağlantı kurar.”
Olması gereken, ülke genelinde Tarım Bakanlığı koordinasyonunda topyekûn kısırlaştırma seferberliği başlatılması ve evcil hayvan ticaretinin durdurulmasıdır.
4) “Kısırlaştırma ihaleleri açacak kadar bu işe önem veriyoruz”
Belediyenin asli görevi olan kısırlaştırma hizmetinin özelleştirilmesi bizce oldukça yanlış bir uygulama. Devlet görev vermiş, kaynak vermiş, belediye ise sorumluluğunu özel sektöre devrediyor, hem halkın kaynakları çarçur ediliyor hem de hayvanların can güvenliği piyasanın insafına terk ediliyor. Geçtiğimiz yıllarda mobil kısırlaştırma hizmeti veren bir firmanın hayvanları kesip kesip sokağa attığı günler daha dün gibi aklımızda. Bizler bile özel hastanelerin sırf daha fazla para kazanabilmek için binbir türlü gayriahlaki, vicdansız uygulamasına maruz kalırken, bu düzen o hayvanlara neler yapar bir düşünün.
Sözün özü, sosyal belediyecilik sadece insanlar değil, tüm canlılar için bir haktır. Seçimlerden sonra belediyelerden beklentimiz, kaynaklarını müteahhitlere, taşeronlara değil; bilimin ve etik ilkelerin rehberliğinde, insan/hayvan/ağaç ayrımı gözetmeksizin şehrin tüm sakinlerinin yararına kullanmaları. Sosyal belediyeciliğin hüküm sürdüğü şehirlerde hayvanlarla insanlar sağlıklı koşullarda ve huzur içinde beraber yaşayabilir.