Yusuf KANLI Bugün kaç kişinin hatırladığından şüpheliyim ama Mart 2010'da beş+bir Kıbrıs konferansı için fikirler ortada dolaşırken, dönemin Kıbrıslı Rum lideri Demetris H...

Yusuf KANLI Bugün kaç kişinin hatırladığından şüpheliyim ama Mart 2010'da beş+bir Kıbrıs konferansı için fikirler ortada dolaşırken, dönemin Kıbrıslı Rum lideri Demetris Hristofyas altı+iki Kıbrıs konferansını önermişti. İlk dengedeki beşli üç garantör İngiltere, Türkiye ve Yunanistan ile adanın iki toplumu ve "artı" da Birleşmiş Milletler iken, Hristofyas’ın önerisinde durum şöyleydi: Birleşmiş Milletler, Kıbrıs Cumhuriyeti, üç garantör güç, Avrupa Birliği altıyı oluşturuyor "artı iki" ise adadaki iki toplum oluyordu Altını çizmeye çalıştığı şey oldukça açıktı: Bir Kıbrıs Cumhuriyeti var ve o cumhuriyete dahil olmaktan bahsedebilir iki alt kimlik, iki toplum. Hani bizim kendini solcu zanneden Stockholm Sendromundan rahatsız arkadaşların dediği gibi Hristofyas Kıbrıs Türk Halkına sadece “Kıbrıslıtürk” statüsü öngörüyordu. Hristofiyas, o zamanın KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat gibi, sosyalist olduğunu iddia ediyordu. Yine de, merkez sağ liderler ya da faşist Tassos Papadpoulos ya da milliyetçi sosyalist Vassos Lyssarides kadar, tüm Kıbrıs Rum liderleri gibi “Kıbrıs Cumhuriyeti” unvanına takıntılı idi. Kıbrıs Türk kimliği ancak Kıbrıs kimliği altında bir alt kimlik, bir azınlık kimliği olabilir, o kadar. Kıbrıs sorununun köklerinde, Kıbrıs Rum kesiminin, iki etnik, kültürel ve dil açısından adanın farklı toplumlarının siyasi eşitliğini kabul etmeyi reddetmesi yatmaktadır. 1960 cumhuriyeti Kıbrıs Türk halkına, özellikle güvenlik, finans, dış ilişkiler konularında ve ayrıca hem yasama hem de yürütmede veto yetkileriyle desteklenen bir ortaklık statüsü veriyordu. Gerçi Rumlar ile 7/3 oranında bir ortaklık statüsü idi bu ama onu bile Rumlar kabul edememişti. Nitekim 1963-1974 soykırım amaçlı saldırıları ve Kıbrıslı Türklerin ortaklık devletinden 1964'te silah zoruyla atılmaları hep bu hakların gasp edilmesini ve Kıbrıslı Türkleri azınlık statüsünü kabul etmeye zorlamayı amaçlıyordu. İşte Hristofyas'ın Mart 2010'da seleflerinin ve sonra da halefleri gibi önerdiği bu statü idi. Nikos Anastasiades'in siyasi eşitlik ve adanın her iki halkının da yönetime etkin katılımı ilkesi üzerine inşa edilen güç paylaşımına dayalı iki bölgeli ve iki toplumlu bir federal uzlaşmayı halkına “satamayacağına” dair tüm "samimiyeti" ile ikrarı 2017 yılında Crans Montana'daki Kıbrıs müzakerelerini başarısızlığa gömmüştü. 27 Nisan'daki ilk resmi olmayan beş+bir Kıbrıs konferansında Kıbrıs Türk tarafı iki devletli bir çözüm önerisi sundu. Kıbrıslı Rumların asla güç paylaşımı üzerine inşa edilmiş bir federal ortaklık devletini istemeyeceğine dair kanıtlanmış durum bu önerinin temelini oluşturuyordu. Kıbrıslı Rumlar, dört yıl önce Crans Montana'da güç paylaşımına dayalı bir çözümü halka kabul ettiremeyecekleri ikrarına ragmen, federal bir çözüm istediklerini iddia edip dünyayı kandırmaya çalışmaya devam ettiler. Böylece konferans, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres'in iki-üç ay içinde yine gayrı-resmi ikinci bir konferansın toplanacağı açıklamasıyla sona erdi. Daha sonra böyle bir toplantının Temmuz ayında yapılabileceği belirtildi. Doğal olarak, İngiltere'nin yanı sıra "diplomatik yeteneklere" sahip bazı diğer ülkeler, çözüme katkı yapacak bir adım atabilme veya en azından iki tarafın farklılıklarını daraltmak için “gizli” ya da “perde gerisi” diplomasi kanallarından çaba harcıyorlar. İmkansız bir görev. Taraflardan biri Kıbrıslı Türklere bazı azınlık hakları vererek üniter bir devleti yeniden kurmakta ısrar ederken, diğeri boşanma veya en azından evlerin resmi olarak ayrılması için zamanın geldiğini söylüyor, kadife boşanmadan bahsediyor. Son zamanlarda ortaya çıkan fikirlerden biri, kanımca Kıbrıslı Rumların kesin reddedeceği bir "gevşek birlik." Benim açımdan sürpriz bu öneriyi Türk tarafının reddetmesi oldu. Neden? İki egemen devlet konfederasyonu içerebilecek, ancak "ademi merkeziyetçi bir federasyonda" iki eyaletin "gevşek bir birliği" için hiçbir yer bırakmayan, iki devletli bir uzlaşmayı sıkı bir şekilde destekleyen, kararlı veya biraz takıntılı bir pozisyon var gibi görünüyor. Temmuz ayına kadar muhtemelen daha birçok fikir gelişecek. Anladığım kadarıyla, Türkiye'nin garantör statüsünün devamı konusunda net bir ifadeyi içerecek, iki devletin karşılıklı bir birinin “varlığını not ettiği” ve Türkiye’ye AB açısından ada ile sınırlı haklar veren bir düzenlemeyle "gevşek bir birlik" yaratılması akla yatkın olabilir. Her halükarda, elbette diplomasi ortak yarar için karşılıklı uzlaşma sanatıysa, "hayır" ilave görüşmelerin, danışmaların gerekliliği anlamında da olabilir.