Karanlık bir kuyuya düşmek gibi bir şeydi.
Sevgi meleği kızımı yitirdim. Bu acı ile yıkıldım.
Anne-baba-kardeş demeden birlikte sardı bizi bu acı, kahrolduk. Meğer ne kadar da seveni varmış! Türkiye coğrafyasının her yöresine el uzatmış, TİP-1 Diyabetli çocuklara esenlik dağıtmış, müthiş hayır dua almış. Bu da bir teselliydi.
Ölenle ölünmüyor ama, sıra bozuldu dostlar, sıra bozuldu. Bu acı yakıyor yüreklerimizi.
Henüz 35 yaşındaydı. 10 yaşından beri, TİP-1 Diyabet ile boğuşuyordu. 25 yıl direndi.
Çekmediği çile kalmamıştı. Ama yılmadan bu amansız gerçekle mücadele etmişti.
Annesi, yani eşim, onu bir değil iki kez doğurmuştu. Biri normalde, diğeri böbreğini vererek.
Böbrek nakli olmuştu. Yetmemiş, daha sonrasında pankreas nakli olmuştu. Bu da yetmemiş açık kalp ameliyatında kalp kapakçıkları değiştirilmişti.
10 yaşından itibaren bunca çileyi çeken bir çocuk, hastane koridorları ve diğer hastaların yanında geçirdiği uzun süreli tedavi dönemlerinde yılmadan direnmeyi öğrenmiş ve doktorlarının da saygısını kazanmıştı.
İki yıldan fazla annesinden aldığı böbrekle rahata erdiği sırada, Ankara’daki gezi direnişinde polis tarafından sıkılan biber gazından etkilenerek, bağışıklığı eksik olduğu için tekrar kötü kaderine dönmek zorunda kalmıştı. Birden bire kusmaya başlamış ve sonunda böbreğini yitirmişti.
Böbreksiz yaşamak, diyalizle hayatını sürdürmek demekti. Gün aşırı diyalize giderek yeni bir direniş dönemi başlatmıştı. Ama yılmamış, yeni bir direnç savaşı başlatmıştı.
ABD ve Kanada’dan getirttiği kitaplardan Diyabeti derinliğine inceleyip öğrenerek; yıllardır katıldığı Diyabet Kampları sayesinde artık kendi yaşadıklarının diğer çocuklar yaşamasın diye özellikle TİP-1 Diyabetli çocukları eğitmeye başlamıştı. Zaten Türkiye Diyabet Vakfı’nda görev yapıyordu.
O dönemlerde TİP-1 diyabet bilinmiyordu Yasal konularda dönemin Başbakanı rahmetli Bülent Ecevit, evimize kadar gelerek kızımı tanımak istemişti. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bir defasında kızımı alnından öpmüş, "Sen özel bir kahramansın kızım san olmasaydın, baban gazetede bunları yazmazdı ve ülkede yaşayan binlerce diyabet hastası bu yasal imkanlarla kanını ölçemez, ilaçlarını Devletten alamazdı." demişti. Öyküm, anında yanıt vermişti:
"Cumhurbaşkanım, özellikle TİP-1 Diyabetliler adına size teşekkür ediyorum. Ama Diyabet bir hastalık değildir. tıpkı gözlük takılması gibi bir eksikliktir."
"Vay benim cesur kızım vay, sen bu babanın kızısın belli!"
Rahmetli Demirel, onru bir kez daha öpüp bağrına basmıştı.
Öyküm, kızım olduğu için söylemiyorum, bu uğurda gecesini gündüzüne katıyordu. Elinden geldiğince bu çocukları topluma geri kazandırmak için çırpınıyordu. Önce Diyabet Eğitmeni, arkadan Diyabet Koçu olarak haftanın belli günlerinde ülkemizin dört bir yanında sabah kahvaltıları düzenlemeye başlamıştı. Bu sayede Diyet uzmanı Nesil Gören Atalay ile ebedi dostluğun en ulvi olanını gerçekleştirdi. Tam bir kutsal görev anlayışı ile her fırsatta, yurdun dört bir yanında diyabet eğitimleri veriyorlardı. Diyabetli çocukların aileleri bu iki meleğin karşılıksız çabaları sayesinde birbirlerini tanıyıp kenetleniyorlardı.
Kendi rahatsızlığını bir yana bırakmış; Eskişehir’den Bursa’ya, Balıkesir’den İzmir’e, Burdur ve Konya’dan Uşak ve Kahramanmaraş’a, Kayseri, Sivas, Aksaray ve Niğde’ye kadar pek çok ilde eğitim maksatlı toplantıların ardı arkası kesilmiyordu. Gece yarılarına kadar Karbonhidrat sayımları olsun, insülin pompası kullanım imkanları olsun o küçücük masum çocukları eğitiyorlardı.
Son rahatsızlığında, Başkent hastanesinde, bizzat Prof. Dr. Mehmet Haberal her önlemi almış, yoğun bakımda 11 kişilik bir ekip kurmuştu. Doktorlar, hemşireler ve diğer personel adeta çırpındılar. Ancak, üçüncü gün sabahı geri dönmemek üzeri gitmişti. Haberal bizzat haber verdi:
"İsmetçiğim, ilmin ve Tıbbın yapabileceği ne varsa fazlasını yaptık, emin ol. Ancak, ,vücudu direncini tamamen yitirmişti. Başın sağ olsun."
Allah razı olsun, diyebildim galiba. Allah tüm yararı dokunanlardan razı olsun.
Cenazesine yüzlerce, binlerce insan iyilik meleğimize son görev için camilere ve mezarlığa koşmuşlardı. Mezarı başındaki bir olayı sizlere de aktarmak istiyorum:
Son kez kefenin açılmasını isteyen yakınlarımızla birlikte, ben de kızıma baktım. Adeta şok geçirdim. Beyaz kefenin içinde, kızım bir bebek gibiydi, inanın tebessüm ediyordu. Mezarına gülerek konuluyordu ve buna hayıtımda ilk kez tanık oluyordum. İrkildim, ağlıyordum. Ama teselli bulmak için de, içimden, "Benim kızım meğer huzura ermiş" diye geçirdim. O sırada koluma biri dokundu:
"Af edersiniz, siz Öyküm hanımın babasıymışsınız. Ben Adıyaman’dan cenazesine katılmak için geldim. Kızım gönderdi beni. İyi ki yetiştim."
Şaşkınlıkla yüzüne baktım, devam etti:
"Kızım 3 yaşında şeker hastası oldu. 7 yaşına kadar sürekli şekeri 600-700’lere çıkıyordu ve çare bulamadık. Gitmediğimiz yer kalmadı. Sonunda biri, internette bir köşeden bahsetti. Kızımla yeğenimin bilgisayarında sayfayı bulduk. Oradan Öyküm hanımın adını aldık ve bin-bir zorlukla telefonunu bulup ulaştık. Tam üç hafta telefonda saatlerce konuşarak bize bilgiler verdi, sonunda da Ankara’ya çağırdı. Keçiören hastanesinde tanıdığı doktora götürdü ve insülin pompası taktırdı. Karbonhidrat sayımı için sizin evin altındaki Vakıfta bir hafta eğitim verdi. Kızımın o zamandan beri şekeri 80 ile 120-130 arasında, düzeldi. Kızım kendine geldi. Bana da şimdi köyüne git, mezarına konmadan Öyküm ablama sor bakalım, ben bundan sonra diyabet için kime başvurayım, sana söyler, dedi. Ben de geldim.»
Adama sarılıp hüngür, hüngür ağlaştık. Bu ne muhteşem bir teselliydi Tanrım?
Hem Kırklareli’nde, hem de Ankara’da başta bu şeker çocuklar ve aileleri ile benim hakikatli gazeteci dostlarımın, Özellikle Ankara’daki Gazeteciler Cemiyeti yönetiminin; eşimin öğretmen arkadaşları ve komşularımızın acımızı hafifletmek için adeta çırpınmalarını asla unutamam. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, yılların Devlet adamı Deniz Baykal, Demokrasinin canlı örneği olan Hüsamettin Cindoruk, siyaseti insanı değerlerle süsleyen Ali Naili Erdem, Atatürk yolunun en bilinçli temsilcisi Mustafa Kemal Paloğlu, Meslek hayatımın 32 yılında koşuşturduğum TBMM koridorlarından dost olduğum dönemin siyaset ve devlet adamlarının en zor günlerimde beni teselli etmelerini unutamam. Bunlar sadece simge, o kadar çok arayan siyaset ve devlet adamı oldu ki inanamazsınız.
Şunu gördüm ve kızımla iftihar ettim; TİP-1 Diyabetli çocuklara yardım ederken asla, bu Sünni, o Alevi, Bu Türk, o Kürt dememiş. Azeri, Gürcü, Boşnak, Pomak, Süryani, Hıristiyan, Musevi veya Ezidi diye ayrım yapmamış, her çocuğu aynı sevgiyle kucaklamış.
Bu yüzden işte, kızımın "İyilik meleği" olduğunu belirten binlerce kişiye ben de katılıyorum.
Acıyı bal eğlemek belki buydu. Ve ben bu baldan tattım. Ama yüreğim hala acıyla dolu.