Ferhan ŞAYLIMAN Kahramanmaraş depreminden önce yaşadıklarımızı düşününce bu acılı sürecin farklı boyutlarda da olsa, aslında çok önceden başladığını söylemek mümkün. Türki...

Ferhan ŞAYLIMAN Kahramanmaraş depreminden önce yaşadıklarımızı düşününce bu acılı sürecin farklı boyutlarda da olsa, aslında çok önceden başladığını söylemek mümkün. Türkiye 2002’den bu yana ekonomide, adalette, eğitimde, insan haklarında, sosyal yaşamın sürdürülebilirliği noktasında zaten enkaz altındaydı ve artık toplum “sesimi duyan var mı?” çağrısını bile yineleyecek güçten düşmüş durumdaydı. Sorunları önce yok sayma, sonra kanıksatıp sıradanlaştırma ve ardından hiçbir şey olmamışçasına gerçeği tersyüz ederek, insanı kendinden bile kuşkuya düşüren bu kurgulama yöntemi, ayakta kalma mücadelesi verenleri canlarından bezdirircesine bugüne kadar sürdürüldü ve (deprem felaketinde gördüğümüz üzere) sürdürülmeye de devam ediyor. Tabii kurgu deyince akla ilk gelen ne yazık ki medya. Yoksa böylesine dibe vuruşu topluma dayatmak, anlaşılır hale getirmek ve hatta yaşanan sıkıntıları ‘’bütün dünya aynı durumda’’, ‘’yüzyılın felaketi’’ çizgisine taşıyarak normalleştirmek başka nasıl mümkün olabilirdi? Kabaca çizdiğimiz tabloya baktığımızda karşımızdaki durumun ‘’masa başında kurgulanmış yalan haber ve bilgi kirliliği’’ çerçevesinde, aslında dünya ölçeğinde karşılaştırmalı olarak incelenmesi gereken örnek bir olay teşkil ettiğini söylemek mümkün. Yani gazetecilik kisvesi altında yirmi yıldır yapılanların başka ülkelerde bir benzeri acaba var mı sorusunu yanıtlamadan geçemeyeceğimiz kadar vahim bir tablodan söz ediyoruz. Kısacası organize biçimde atılan manşetlerin, karalanması gereken kişilere yönelik uygulanan yıpratma, karalama politikalarının şimdiye değin nasıl böylesine tıkır tıkır işlediğini iyice anlamadan, medyanın 14 Mayıs’a giden süreci yönlendirme taktiklerini doğru biçimde kavrayamayabiliriz. Bu genel çerçeveden hareketle şimdi ilk olarak uygulanan yanlış politikalar sonucu ekonomik çöküntüyle beraber gelen kaos karşısında görsel ve yazılı basının önemli bir kısmının sistemin değirmenine nasıl su taşıdığına bir bakalım. İktidar kadrolarının 2002’de göreve gelir gelmez ulusal düzeyde yayın yapan televizyon ve gazete sahiplerini yeniden tek tek belirlemeleri, kendilerine yakın isimleri buralara getirmeleri medya yapılanmasının ilk ayağını oluşturdu. Doğan Medya bunun en somut örneğidir. Aydın Doğan’ın başına gelecekleri anlayıp karar vericilerle her türlü yakınlaşma, ilişki kurma çabasına rağmen dikkat çeken ‘’yöntemlerle” sektörden uzaklaştırılması, Demirören Grubu’nun el çabukluğuyla yapılan bir satışın ardından buranın yeni sahibi olarak ortaya çıkması unutulmayacak bir gelişmedir. Diğer yayın kuruluşları için de zamana yaydırılmış bir tempoda benzer operasyonların aşama aşama gerçekleştirilmesi sonucu, bugün sözünü ettiğimiz diz çöktürülmüş medya düzeninin temel direkleri çatılmış oldu. Burada söz konusu kuruluşları tek tek isimlendirmenin bir anlamı yok. Koro halinde işlevini yerine getiren, aslında ayrı ayrı görünseler de tek parçadan oluşan bu kendine özgü yapının kullandığı argümanların gazetecilikle, habercilikle uzaktan yakından ilgisi olmadığını göz önünde bulundurarak konunun üzerine bu noktadan gitmekte fayda var. Şimdi örnek bir olaydan hareketle konuyu daha somut hale getirelim. Türkiye 2014’te Soma faciasında 301 madencisini göz göre göre ihmale kurban verdiğinde kader, alınyazısı, sabır gibi kavramları her zamankinden daha çok ekranlarda duymaya, gazetelerde okumaya başladı. Yetkililerin ‘’işin doğasında kazalar var’’ diye geçiştirdikleri ama aslında açıkça cinayet denilebilecek bu faciayla beraber medya, yerin yüzlerce metre altında göçükte sıkışarak, havasızlıktan zehirlenerek ölen madencilerin hesabını soracak haberleri yapmak yerine, kader ve sabır söylemi eşliğinde olayın üzerini örtmeyi ve unutturmayı tercih etti. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki bu suç ortaklığı 2022’de Amasra’da yine ihmal nedeniyle 42 madencimizin ölümüne zemin hazırlayan yolu açtı. Medya, Soma felaketinde hesap vermeyen sorumlularla işbirliği yapmak ve onların sözcülüğüne soyunmak yerine olayın üzerine gitmiş olsaydı o 42 madenci bugün yaşıyor olacaktı. Özelde Soma ve Amasra ama genelde bir konfederasyon dışında hemen hemen bütün sendikaların iktidarın arka bahçesi konumuna dönüşmeleri nedeniyle son yirmi yılda iş cinayetlerinde 25 bine yakın işçinin hayatını kaybettiğini de bir not olarak düşelim. Tabii bir savaştaymışız gibi fabrikalarda madenlerde onca insan ölürken kader, sabır, şükür motifleriyle işlenen haberlerin arka planında kadın programlarının da yedek kuvvet olarak durduğunu hemen söyleyelim. Ekranlarda en yüksek perdeden yapılan kavgaların, stüdyoda birbirine sille tokat girenlerin, havada uçuşan hakaretlerin yayıncılık adı altında sunulmasının, aslında önemli bir işleve sahip olduğunu unutmamak gerekiyor. Aldatılan eşlerin buluşturulduğu, ailesine şiddet uygulayan erkeklere ayar verildiği, bazen mutlu sonların yaratıldığı, ülkenin emniyet güçleri dururken kurtarıcı rolündeki programcılarla işlenen cinayetlerin faillerinin bulunduğu bu yayıncılık anlayışının da, son yirmi yılın ürünü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Toplumun dibe vurmuş kesitlerinden seçilen kurbanların, yayın sırasında yarattıkları kepazeliğin, gerçek hayattaki kaosa rahmet okutacak boyutlarda olmasının çok önemli bir anlamı var: ‘’Sen işte, evde, çarşıda pazarda, okulda sorunlarla boğuştuğunu sanıyorsun ya, bak, daha beterini yaşayanlar duruyor karşında. O nedenle haline şükret.’’ Şükret ve sabır göster kavramlarının başta Diyanet olmak üzere yönetim kadrolarının can simidi haline gelmesi Soma faciasını aklayan medyanın da haber dilini oluşturdu. Ekonomik çöküşün ülkeyi gerçekten bir enkaz yığınına dönüştürüp yaşanmaz hale getirdiği bu süreçte hayatın her alanında soluk alamaz duruma düşen kitlelerin akşam eve döndüklerinde izledikleri haberler sanki başka bir gezegende olup bitenleri anlatıyordu. Nüfusunun yarıdan fazlası açlık sınırının altında kalmış bir ülkede her şeyin yolunda gittiğini, hatta örneğin Almanya gibi gelişmiş Avrupa ülkelerinin bile bizi kıskandığını, bazı ufak tefek geçici sorunlar karşısında da sabırlı olmanın ve şükretmenin önemini her gün ekranlardan, gazetelerden düzenli biçimde pompalayan işbirlikçi medyanın istediği etkiyi yarattığını, toplumun üzerine çöken ‘’tuhaf suskunluk”tan anlamak mümkün. Öyle ya, bu kadar uzun bir zaman dilimine yayılan, taşıyıcı kolonlarını yalanların oluşturduğu böyle bir propagandanın baskısına karşı direnmek, ‘’yahu bu anlattıkları başka bir gezegen’’ diyebilmek kolay mıydı? Üstelik haber korosunun arkasında, sözünü ettiğimiz kadın programlarından daha güçlü bir yalan makinesi, diziler vardı. Aç mısın, işsiz misin, gelecekten umutsuz musun, ne gam. Bütün bunlardan bağımsız, her biri Boğaz’ın en muhteşem noktalarında kurulmuş yalılarda, sonsuz zenginliklerin kucağında geçen o hayatlar yoksul evlerinin en büyük avuntusu oldu. Paraysa para, aşksa aşk, güçse güç. Kitlelerin rüyalarında bile göremeyecekleri ne varsa her akşam iki saat boyunca önlerine sunuldu. Haberlerde anlatılan o başka gezegenin bolluk ve bereket içindeki koşullarıyla gönül bağı kurmuş olanlar bu nedenle dizileri hiç yadırgamadan içselleştirip benimsediler. Zaten yakışıklı erkeklerin, alımlı kadınların kavgalarla, çığlıklarla, bitmek tükenmek bilmeyen oyunlarla anlattıkları hikayeler, ensesinde boza pişenlerin kendi hayatlarıyla hiç ilgisi olmayan ama özlemini hep çektikleri başka bir gezegende geçmiyor muydu? Dışarıdaki hayat on beş milyon emekliyi açlık sınırının altında kalan 7 bin 500 TL’de eşitlese de, bin bir emekle okuttukları kızları, oğulları yıllarca iş bulamasa da, hastalandıklarında hastane koridorlarında sürünseler de, örneğin ülkenin her yanından fışkıran petrolün yaratacağı zenginlikle yüzlerin artık güleceği söyleniyordu haberlerde. Putin’in Trakya’da kurmayı planladığı doğalgaz dağıtım merkezi bizi Avrupa’nın sözü dinlenen güçlü ülkesi konumuna getirecekti. Hatta bu haber İtalya’da La Stampa Gazetesi’nde ‘’Çar bölünmüş haldeki Avrupa’ya şantaj yapmak için Sultan’a güveniyor’’ manşetiyle çıktığında bizdeki koro günlerce bundan söz etmişti. Peki, evlerde en düşük doğal gaz faturası 1500 TL, soğanın kilosu 25 TL, portakalın tanesi 5 TL, etin kilosu 300 TL. ve çocuklar okula beslenme çantalarında kuru ekmekle gidiyor gerçeği, bunu ne yapacaktık? ‘’Az daha sıkın dişinizi, bir dönem daha verin bize, uçuralım ülkeyi’’ diyordu iktidar ve medyası. Ve şimdi, enkaz altında kalarak hayatlarını tıpkı Soma’da, tıpkı Amasra’da olduğu gibi kaybedenlerin sayısının yüz binlere doğru yaklaştığı Kahramanmaraş depreminde bile, zerre kadar sorumluluk almadan aynı yöntemlerle, aynı haber diliyle sıyrılmayı denediler, denemeye de devam ediyorlar. Bu defa yeni bir söylem biçimi olarak yüzyılın felaketi, kader planı ve hakkınızı helal edin çağrıları girdi devreye. İşbirlikçi medya böyle büyük bir felaketin altından hiçbir ülkenin kalkamayacağını ama iktidarın çok kısa zamanda yaraları sardığını, çadır kentler kurduğunu, bütün ihtiyaçların karşılandığını ve (bilim insanlarının artçılar devam ederken inşaat yapmayın uyarılarına karşın) hızla konut yapımına girişildiğini gönül rahatlığı ile söyleyen bakanların açıklamalarını ekranlardan, gazete sayfalarından inanılmaz bir hız ve hırsla gazlamaya başladı; etkili de oldular. Sonra ihtiyaçlarını yüksek sesle dile getiren depremzedelerin tepkisine sinirlenen iktidar ortağının ‘’yıkın bunları’’ emri karşısında hiçbir şey olmamışçasına günler akıp gitmeye başladı. Burada son olarak gözden kaçan çok daha önemli bir ayrıntıyı anımsatalım: Yerel medya. İktidara bağlı belediyelerin, tarikat ve cemaatlerin sundukları maddi olanaklarla bütün haber, program ilkelerini hiçe sayarak diledikleri gibi yayın yapan bu kuruluşlar aslında ana akım medyadan daha etkili bir güce sahip. Çoğunu bölgedeki milletvekilleriyle bağlantılı çalışan iş insanlarının kurduğu televizyon ve gazetelerin işlevi, propaganda değeri seçim zamanı daha da artıyor. Kent insanının ‘’bizden yüzler, bizden sesler’’ düşüncesiyle daha inandırıcı bulduğu yerel medyanın, bölgesel sorunları yok sayan, belediye başkanlarının her yaptığına alkış tutan, köşe yazarlarıyla, programcılarıyla onlara övgüler düzen televizyon ve gazeteleri, ülke geneliyle kıyaslandığında, göz önünde fazla bulunmamanın verdiği avantajı pervasızca kullanıyorlar. 1992’de özel televizyonların kurulmasıyla beraber sektöre girmiş, televizyon haberciliğinin her aşamasında çalışmış biri olarak noktayı şöyle koyuyorum: İstediğiniz kadar haklı olun, istediğiniz kadar doğru bir noktada durduğunuzu düşünün, bunları ifade edecek bir mecradan yoksundasınız, ‘’yoksunuz’’ demektir. Yurtseverlik.com Genel Yayın Yönetmeni