İBB AKOM'dan sağanak yağış uyarısı İBB AKOM'dan sağanak yağış uyarısı
Haber: Erva Gün 4 Ekim 2010 tarihinde Macaristan‘da Budapeşte‘nin 160 kilometre güneyinde bulunan Ajka kentinde alümina üreten tesisin, atık barajı bentlerinin yıkılmasıyla milyonlarca ton toksik özelliğe sahip, kırmızı çamurun doğal çevreye yayıldığı açıklanmış ve görüntüleri dünya basınında yer almıştı. Sanatçı ve akademisyen Esra Ertuğrul Tomsuk, yıkılan atık rezervuarına ve araziye saçılan milyonlarca ton toksik atığa odaklanarak çevre kirliliğine mekân üzerinde odaklandığı bir sergi açtı. Sergiye adını veren ‘Rezervuar’, sıvı halde bulunan maddelerin geçici süre korunduğu yapıları tanımlamak aracılığıyla kullanılıyor. Serginin bulunduğu mekânı, “olaydan geriye kalan yıkımın mekânsal hafızasının biriktiği bir rezervuar alanı olarak işlevsellik kazanıyor” şeklinde betimleyerek ‘Kızıl Çamur’ denilen atığın tehlikelerini ve ölümcül etkilerini mekanın hafızası üzerinden anlatılıyor. İnsan ihmali neticesiyle oluşan çevre kirliliğine kendi yorumuyla form kazandıran doğa sanatçısı Esra Ertuğrul Tomsuk ile sanat ve doğa ilişkisi üzerine konuştuk. ‘Rezervuar’ sergisinin tanıtım metninde, “olaydan geriye kalan yıkımın mekânsal hafızasını biriktirdiği bir rezervuar alanı” şeklinde bir cümle yer alıyor. Mekânsal hafıza bize neleri hatırlatır? Serginin adını rezervuar koymamızın nedeni, toplama ve koruma alanı olması gereken yerin koruma görevini yerine getirmeyerek, insan faktörü ve ihmallerle koruma faktörünün ortadan kalkmasıdır. İhmal yaparak birçok köyün zarara uğramasına neden oluyor. Burada da mekânı dönüştüren bir şey oldu aslında. Mekânı dönüştürmek ve temayı tam anlamıyla burada uygulamak için fırsat bulabilmek çok önemli. Mekânı ‘Rezervuar’ alanına dönüştürerek deneyim alanı yaratmış olduk. Burada size eşlik eden resimlerde varken ağır çerçeveleriyle sanki Macaristan’da felaketin geçtiği bir köymüş gibi de duruyor. Gerçekten orası sanki hep varmışta felaket geldiğinde orayı süpürerek, boyayarak geçmiş gibi duruyor. Bir yandan yerdeki yerleştirmeler o anı hatırlatan ve sel felaketine vurgu yapan bir anlam taşıyor. Tavşan motifi ise o felakette hayvanların nasıl telef olduğunu, tamamen savunmasız olan canlıların ciddi anlamda zarar gördüğünü aktarıyor. Kimyasal atıklar insan hayatını o kadar etkilemiş ki yanıklar uzun sürede iyileşmiş, kanserojen maddenin doğmamış çocuklara kadar giden bir süreci var. Bir şeyin içine sıkışma duygusunu yaşatmak için mekanla oynadık. Kapalı ve sıkışmışlık hissini yaratmak için mekanla oynadık diyebiliriz. Çevre kirliliği hayatımızın her yerinde hissettiğimiz öncelikle ve çok önemli bir sorun. Bunu sanatsal bir forma döndürmekteki amacınız neydi? Uzun zamandır doğa ve ekoloji sanatı çalışıyorum. Başka hiçbir şey denemedim desem yeridir. Hep doğayla iç içe yaşadım. Sanatın da aslında böyle bir görevi olduğuna inanıyorum. Çiçek, böcek resminin dışında bir şeyler söylemeli, bir şeyler demeli, bazı yerlerde sözü olabilmeli ve insana dokunabilmesi gerekir. Bir odayı komple kırmızıya boyayıp böyle bir sergi yaptığımızda başka algılarla geliyor insanlar. Ancak olayı öğrendiklerinde insanların içindeki burukluğu görmek bile amaca ulaştığını gösteriyor. O yüzden de bunları hatırlatmak ve sanatla buluşturmak, özellikle de dokunmak daha kıymetli. Sanatın görevlerinden biri olması gerekir diye düşünüyorum. İklim krizi veya çevresel felaketler gibi konularda sanatın duyarsız kalması imkânsız. Bu sergiyi gezmeden önce ilk defa fotoğraftan baktığımızda çevre kirliliğinin sadece doğada, fabrika kenarlarında ya da herhangi bir bölgede olan bir zarar olmadığını anlıyoruz. Kirlilik, evlerimize kadar giren bir kirlilik oysa mesela pestisitler ile soframıza kadar geliyor. Onuncu yılında toprak hala temizlenmemiş durumda. Analizler sonucunda toprakta hala zehirli atık ve kirlilik çıkıyor. Toprak dediğimiz şey derine derine işler. İnsanın bütün tarihi ve mirasıdır toprak. Sen belki de fark etmeden onu mahvediyorsun. Sanat ve doğa ilişkisini bir forma dönüştürürken kendinizi nerede görüyorsunuz? Resim yapmaya başladığımda da hep bu tarafa çekiliyordum. O yüzden oraya doğru gitmek benim için en kolayı oldu her zaman. Doğa sanatı ile uğraşırken İngiliz Andy Goldsworthy’den etkilenmiştim. Sadece çantasına ufak tefek malzemeleri koyup doğaya çıkıp, doğada yürüyüşler yapıp, çok küçük hareketler ve jestlerle iş birliği eylemlerle çok büyük işler yapar. Onu böyle gördükçe neden olmasın dedim. Doğayla sanat ne kadar iç içe aslında. Doğa zaten kendi kendine sanat. İş birliği yapmak için daha iyi bir işbirlikçi bulamazsın gibi geliyor bana. Sen yaklaştıkça o da sana veriyor. Benim yıllar önce bir küratörüm vardı. Hopa’da bir sempozyuma davetli sanatçı olarak gitmiştik. Doğa sanatı yapacağız ama herkes malzemesini toplamış, aklında bir fikir ile gelmiş. Gezdikçe fark ettim ki arıcılık faaliyeti çok fazla yapılıyor. Arıcıların kullandığı hazır bir petek var. Ben de ilk defa orada öğrendim. Balmumundan yapılmış peteklerdi bunlar. Balmumundan şekillendirilmiş bu petekler elde çok fazla şekil alabiliyordu. Hopa’nın kışları çok sert geçiyormuş ve yaşlı ve yüksek ağaçlar kar yağışını kaldıramadıkları zaman bazı bölümlerinden kıvrılarak bükülüyormuş. O kadar ilginç bir ağaç gördüm ki çok büyük ve heybetliydi. Kırıldığı yerlerden kırık dal parçaları çıkmış. Balmumu ile ben o kırık alanları kapladım. Orada doğa ile ortak bir çalışma yaptım. Ben çalışırken fark ettim ki arılar gelmeye başlamış. Bir süre sonra bana küratörüm haber verdi ve o ağaç kovan olmuş. O kadar hoşuma gitti ki orası arıların kovanı haline gelmiş. Doğanın sürecine dahil olan bir forma dönüştü. Doğa ile sanat birlikte işlenebilen unsurlar.