Zor aydır Eylül
Yusuf KANLI Mesleğe daha yeni adım atmıştım. Henüz üçüncü yılımı bile doldurmamıştım. O zamanlar neredeyse her sabah birkaç saat Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne uğrad...
Yusuf KANLI
Mesleğe daha yeni adım atmıştım. Henüz üçüncü yılımı bile doldurmamıştım.
O zamanlar neredeyse her sabah birkaç saat Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne uğradıktan sonra Tunus caddesindeki Daily News ana ofisine, daha sonra da gazete basımı tamamlanıncaya kadar Eskişehir Yolu 9. Kilometredeki matbaa-yazı işleri rutinindeydim.
700 lira burs, 700 lira Daily News’den maaş ile zar zor geçinebildiğim ama hem kendi hem de ülke geleceğinden çok emin olduğum günlerdi. Ülke gündemiyle çok ilgiliydik. Sabahlara kadar sorunlar ve çözüm yolları tartışılır, sıklıkla siyasetteki tıkılmaya birilerinin düdük çalabileceği ihtimalinden ne kadar endişe duyduğumuzu anlatırdık bir birimize.
Daha sonra dağda bir operasyonda ölen Cudi, Merkez Bankası’nda görev yapan bir “orta anadolu” aktif sağ görüşlü avukat, biri soldan, biri merkezde birisi is oldukça sağcı üç Kıbrıslı ile avukat arkadaşın neredeyse daimi ev halkı haline gelen oportünist yeğeni hep birlikte Kavaklıdere’de Güneş sokakta bir apartmanın bodrum katında yaşıyorduk. Zor, ama güzel günlerdi. O zamanın Türkiye’sinde birbirine tezat, diş bileyen ve hatta silahla saldıran görüşlerden arkadaşlar biz birlikte tartışabiliyor, kendi görüşümüzden misafirlerle evdeki kültürel koalisyonu genişlettikçe genişletiyorduk.
11 Eylül günü de hiç farklı değildi. Oyun masası kurulmuş, bir yandan oynuyor, bir yandan da ülkenin uçurumun kenarına geldiğinden, her an askeri müdahale olabileceğinden bahsediyorduk. Yakın bir akrabası da Çankaya Belediyesi Fen İşleri Başkanlığında görevli avukat arkadaş bilgiç bir şekilde kulağına gelen tevatürleri anlatıyor, daha meslekte emekleyen beni sanki genel yayın yönetmeni pozisyonundaymışım gibi yorum yapmaya, “derin istihbaratları” paylaşmaya zorluyordu.
Paramız yoktu. Parasına oyun oynamayı tahayyül bile edemezdik. Böreğine, baklavasına oynayıp, ertesi akşamki yemeği çıkarıyorduk o oyunlarda. Gece 11:00 civarında birinci paket börek çoktan birilerince kaybedilmiş, baklava turlarına başlamıştık.
“Sabaha müdahale olur mu olur” dedi Kıbrıslı sağcı arkadaş. Avukat dik dik bana baktı. Cudi, her zamanki muzipliğiyle “Darbe olsa ne olur ki… Anca sivillerin yapmaya korktuklarını yapmaya gelir asker, bizlerin derdine derman olmaz” dedi.
Haklıydı. Benim çevrem hep 1960 Mayıs darbesine “devrim” deyip kutsamakta, sanki o güne kadar en demokratik anayasanın yapılmasına imkan verdiği için darbenin diğer tüm toplumsal ve kültürel kıyımını affetme, hoş görme eğilimindeydi. Halbuki 1960 da darbe değil miydi? Yarı hamilelik olamayacağına göre, yarı demokratik darbe olabilir miydi ki?
Sabaha karşı kafalar karışık yatağa gittik. Bodrum. Katta olmasak, yataklara çekilmeden perdelerden dışarı baksak belki de fark ederdik bizim mahallenin kuşatma altında olduğunu. Gerçi o gün öğleden sonra Eskişehir yolunda da bir acayip askeri trafik vardı, anlam verememiştik ama kimse de darbeye yormamıştı durumu.
Pazar günleri Daily News yayınlanmadığından Cumartesi günleri çalışmıyorduk. Gazetede Veli amca nöbetçiydi. Oğlu için ilaç istemişti, onu vermek için çalışmadığım halde erkenden gazeteye gitmek üzere dışarı çıktım.
O ne? Bizim Kıbrıslı deyimiyle, karşımda kocaman bir “boru” duruyordu. Bir tank namlusunu bizim apartmana yöneltmiş, bir asker “Hemşerim, dur. Sokağa çıkma yasağı var!” diye bana bağırıyordu.
Amerikan Kültür binası bitişiğinde bir sendika merkezi, onun hemen yanında da bizim bina vardı. Belli ki ya Amerikan Kültür binasını korumaya, ya da sendika binasına karşı konuşlanmıştı tank ve askerler bizim kapının tam da önüne.
Gazeteciyim diye izaha durmuştum ki nasıl olmuşsa Veli amca daha önce yaptığımız tatbikatı hatırlamış, Sıkıyönetim Komutanlığının ilettiği izin belgelerini alır almaz olağanüstü durumlarda toplanma planını çerçevesinde temel ekibi gazeteye toplaması için şoförlere bildirimde bulunmuş. O gün istisnai baskı yaptık. Mizanpaj kağıdını hep beraber imzaladık. Yıllarca Savaş arkadaşımızın muhafaza ettiği o imzalı mizanpaj kağıdı, kayboldu gitti.
O gün ağlayarak yaptığımız ikinci iş evlere döner dönmez ne kadar “tehlikeli” yayın varsa tuvaletlerde, apartman boşluklarında yaktık.
NUR İÇİNDE YAT CANIM ANAM
Türkiye bir daha nasıl 26 Mayıs olamamış ise, 11 Eylül gibi de olamadı. Sağıyla, soluyla siyaset ve siyasetçiler ezildi, hür düşünce katledildi, siyasi İslam’ın filizlerine cansuyu taşındı.
Dedim ya genel olarak zaten Eylül ayını sevmem. Evet 9 Eylül İzmir’in kurtuluşudur ve o günü çok da seviyorum ama 10 Eylül’ü hiç sevemiyorum. Sevemememin bir diğer önemli nedeni de bir ömür ela gözlü yaşayan anamın ilk kez gözlerinin yeşil olduğunu görmemdi. Gözlerinin beyazı kaybolmuş, yeşil olmuştu ebediyete göçmezden hemen önce. O günden bu yana, üç yıldır, ata toprağım Kıbrıs’a da gidemiyorum. Öksüz kaldım. Nur içinde yat canım anam.