Ya 20-30 gram olsaydı?
Utku ŞENSOY
Aslında bu pandemi belası tüm olumsuzluklarının yanı sıra insanoğlunu düşünmeye, kişisel hijyen konusuna hiç olmadığı kadar dikkat edip, doğaya, canlılara saygılı biçimde yaşamaya hatta kendi iç dünyasında bazı konularda hesaplaşmaya kadar varan çok farklı bir süreçten geçmesine neden oldu. İnsanoğlu tarih boyunca görünen bir düşmanla savaşmaya alışkındı ama görünmez düşman pek sık karşılaştığı bir durum değildi. Tüm dünyayı saran tamamı 1 gram ağırlığındaki bu Korona virüs, onca ileri teknoloji ve ekonomik güce rağmen başta “zengin Batı” olmak üzere tüm dünyayı kasıp kavurdu, on binlerce insanın yaşamını yitirmesine, yüzbinlerce ailenin sarsılmasına, ekonomilerin ve yaşam düzenimizin alt üst olmasına yetti de arttı bile.
Peki ya bu illetten yirmi, otuz gram olsaydı? Kitlesel ölümler kaçınılmaz olur, belki de 8 milyara varan insan popülasyonunun yarısı yaşamını yitirebilir hatta insanlığın sonu bile gelebilirdi.
Son günlerde Korona virüsü ilk inceleyen Çinli bilim insanlarından birinin Amerika Birleşik Devletleri’ne sığınıp virüsün insan yapımı olduğu yönündeki açıklamaları, virüsün laboratuvar ortamında yapıldığı iddialarına “komplo teorisi” gözüyle bakanların da düşüncelerini yakın bir süreçte gözden geçireceğini gösteriyor.
Bilindik tarihle bundan 12 bin yıl önce Göbeklitepe’de kurduğu yerleşik düzen ve tapınaklarla başlayan inançlar süreci, insanoğlunun korkuları ve yaşadığı yüzlerce sıkıntısı karşısında bilmediği, görünmez bir güce-yaratana sığınma arzusuyla tetiklenen doğal bir çözüm olarak karşımıza çıktı. Aradan geçen binlerce yılda yüzlerce inanç türü ve günümüzde yaygın olan tek tanrılı dinlerin çoğu, iyiyi-güzeli-doğruyu öğretmek için kutsal kitaplar ve peygamberler aracılığıyla insanlığa yön verdi. Nefsi, aç gözlülüğü, insani hırs ve aşırılık duygularını törpülemeye yönelik buyruklar manzumesi olarak karşımıza çıkan bu inanç ve dini kurallar, yüzlerce, binlerce yıllık görkemli tapınakları, ruhban sınıfları ya da o inancın hizmetkarları olarak nitelenen din adamlarının da yardımıyla insanlığa yol göstermeye çalıştı. Öte yandan, bunca kan ve şiddetin binlerce yıldır bitmeyip hala süregeldiği dünyamızda dinlerin ne kadar başarılı olabildiği, tüm o kutsal mesajların insanlar tarafından anlaşılıp anlaşılmadığı da son dönemde Batı toplumlarında tartışılmaya başlandı. Zaten bunun sonuç o ülkelerde artık yeni görkemli kiliseler yok, mabetlere yatırım yapılmıyor. Bunun da ötesinde barışın bir tek inanç yoluyla “inançlı ümmet-cemaat-nesiller yaratılarak” çözümlenebileceğini savunanlar kadar, din ve mezheplerin insanlığı ayrıştırdığı iddiasını savunanlar da çoğalmaya başladı. Çevresine faydalı, doğaya saygılı, kötülüklerden uzak durabilen, iyi bir insan olabilmek için dinler olmazsa olmaz mıdır yoksa nefsi terbiye inançların da ötesinde insanoğlunun kendi iç dünyasında da bulabileceği bir aydınlanma türü müdür tartışmaları bu pandemi döneminde iç dünyasına yönelme fırsatı bulan Batı toplumlarında daha da fazla sorgulanmaya başladı.
8 milyara varan dünya nüfusunun yarısına yakınını teşkil eden Hristiyan ve Müslümanların yanı sıra diğer inançlardan olanlar da bu “görünmez virüs belasından” kurtulmak için “görünmez tanrısına” sığınmaya, korunmak için ona dualar edip yalvarıp yakarmaya başladı. 21’nci yüzyıl insanı zaten bireysel ve yalnızdı bu kez pandemi süresince hastane köşelerinde, cenaze törenlerinde yaşananlara bakıp, daha da yalnızlığa itildi. Giden sevdiklerinin ardından, toplu ibadetler, acıların paylaşıldığı taziyeler bile mümkün olamadı. Farklı inançların görkemli mabetleri haftalarca kapalı kaldı ya da cemaatlerini yitirdiler. Yüzlerce binlerce insanın el emeği ve gücüyle büyük paralar akıtılarak yapılmış tüm o gösterişli ibadethanelerin aslında o kadar da elzem olmadığı, her evin, her bireyin bulunduğu ortamlardan da dininin gerektirdiği, namaz, dua vb. zorunluluk ve ritüellerini yapabileceği, tanrısıyla hiçbir aracı ve mekan zorunluluğu olmadan da inancını yerine getirebileceği görüldü. Milyonlar, milyarlarca dolarlar, küpler dolusu altınlar akıtılıp tarih boyunca yapılmış olan ve hala yapılmakta olan o görkemli mabet ve tapınakların bu tür pandemi zamanlarında pek de bir işe yaramadığını iddia edenler, bu konunun da tartışmaya açılmasını isteyenler özellikle Batı toplumlarındaki sosyal medya ağlarında seslerini yükseltmeye başladı. Bu süreçte evlerine hapsolanlar, insan odaklı dini inanç ve öğretilerine odaklanırken, aslında insansız bir dünyanın çok daha “güzel ve temiz” olabildiğine, mavi dünyamızı asıl kirletenin insanoğlu olduğuna tanık oldu.
İnsanoğlu yaşadığı bu kötü deneyimle, bilimin ve bilim insanlarının önemini anlamaya, onların bulacağı ilaç-aşı gibi çözümlerin ne kadar yaşamsal olduğunu görmeye başladı. İlaç sanayiinin belki de savunma sanayiinden de önemli olduğunu düşünülür oldu. Bu virüs belasıyla mücadelede inanç ve duanın tek başına çare olmadığını, umudun düne kadar itilip kakılan bilim insanlarında olduğunu anlamaya başladı insanoğlu. Salgınla mücadelesinde yalnızlaşan insanoğlu, tüm dünyada canları pahasına hastanelerde çaresiz kalanlara ellerini uzatanların bilim insanları, doktorlar ve sağlıkçıları olduğuna tanık oldu. Artık on binlerce yeni mabet yerine bilim yuvaları, tam teçhizatlı sağlık kurumları yapmanın daha akılcı olduğunu tartışmaya başladı çaresiz kalan insanoğlu.
Bilim insanları bu yüzyılda virüs yoluyla bulaşacak büyük salgınların giderek çok daha fazla görüleceği uyarısında bulunuyorlar. Ayakta kalıp güçlü olmanın, bu belalardan kurtulmanın tek yolu, eğitim ve bilime yatırım yapmaktan geçiyor. Bugünden başlayıp daha fazla çağdaş bilim yuvaları ve sağlık kurumları kurup, eğitim ve sağlık bütçelerinin arttırılması kaçınılmaz görünüyor. Sadece bu da yetmez, tarım ve hayvancılığa gereken önemi atfedip, ele-güne-namerde muhtaç olmadan, salgın dönemlerinde her şeyiyle kendi kendine yetebilen bir ülke olmak, hatta katma değeri yüksek ürünlerle de ek kaynak yaratmak gerekiyor.
Pandemi döneminde, milyonluk plazaların, AVM’lerin, son model araçlar hatta müthiş savunma sistemlerinin karın doyurup halkı koruyamadığı görüldü. Har vurup harman savurmayan, bütçe açıklarını kontrol edip, güçlü merkez bankası ve altın-döviz rezervlerine sahip olan, kamu harcamalarının her bir kuruşunu enine boyuna düşünerek hareket eden yönetimlere sahip ülkelerin bu yeni dönemde ayakta kalabileceği gerçeğini gördük. Bu salgının ne zaman sona erip, yeni dalgaların ne zaman geleceği ya da farklı virüs türlerinin ne zaman başlayacağının bilinemediği bu yeni dönemde, ancak ayağını yorganına göre uzatıp, kendi ürettiği milli tohumlarla, gübre, saman ve yoncasıyla yerli büyük-küçük baş hayvancılığıyla yurttaşlarının karnını doyurabilen ekonomilerin bu süreci daha az hasarla atlatabileceğini anlamaya başladık.
Aksi takdirde bu acımasız yenidünya düzeninde çareyi borç harç bulunacak milyonlarca dolar karşılığında elin bilim insanının buluşlarında arayan, Batı’nın, komşu ülkelerin siyasi iktidarlar ve yönetimlerinin lütfedip göndereceği ilaç-aşı dozlarıyla yetinmeye çalışan, acınacak durumdaki ülkelerden biri haline gelinmesi kaçınılmaz olur.