Pelin Sayılgan
Yıllardır köpek üretimi ve satışını, yurt dışından kaçak girişleri engellemeyenler sorumluluğu hayvanseverlerin üzerine yıkmaya kararlı gibi. Günlerdir yürüttükleri algı operasyonunun ana fikri, hayvanseverlerin insanları sevmeyen, köpeklerin sokaklarda sürüler halinde dolaşıp çocuklara saldırmasını savunan, tuzu kuru insanlar olduğu yönünde. Oysaki küçümseyip ötekileştirmeye çalıştıkları bu insanlar yıllardır devletin görevini üstlenmeye çalışmış, sokaklardan topladıkları köpekleri kendi imkânlarıyla kısırlaştırmaya çalışan hatta borç batağına saplanıp bakımevleri açan insanlar.
Şunu söylesek hiç de abartmış olmayız: Sokak hayvanlarından korkan ama öfkesini hayvanseverlere yönelten yurttaşlar ve belediyeler yatıp kalkıp hayvanseverlere dua etsin çünkü o hor gördükleri, üstü başı kir pas içindeki hayvanseverler olmasaydı şimdiye kadar yaşananların katbekat üstünde saldırı vakası yaşanırdı. Dolayısıyla belediyelerin gönüllüleri tehdit olarak görüp onlara sırtını dönmek yerine onlarla iş birliği yapması, çözümün bir parçası hâline getirmesi ama sorumluluğu kendi sırtından atıp vatandaşa da yüklememesi gerekir. Hayvanseverler sahaya olan hâkimiyetleri sayesinde agresif, kısır olmayan hayvanlar konusunda belediye görevlilerini yönlendirmeli ama belediye de elini taşın altına koyup etkin kısırlaştırma yapmalı. Göstermelik şekilde uysal hayvanları toplayıp toplayıp geri bırakmanın kimseye bir faydası yok.
Sokak hayvanı popülasyonun bu kadar artmasının temelinde yatan sebeplere baktığımızda, öncelikle üretimin kesilmemesi ve kısırlaştırma sorumluluğunu yerine getirmeyen belediyeleri görüyoruz. Konunun uzmanlarının tüm ısrarlarına rağmen yasada hayvan satışının yasaklanmamış olması bir yana, hayvanların terk edilmemesi ve çiple kayıt altına alınmasına ilişkin maddelerin de denetimsizlik nedeniyle uygulanmadığını görüyoruz. Sonuç itibarıyla birbirini besleyen bu dinamiklerle içinden çıkılmaz hâle gelen korkunç bir döngü başlıyor.
2004 yılında çıkan 5199 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesi hayvanların kısırlaştırılıp aşılandıktan sonra alındığı yere geri bırakılmasını emrediyor. Sadece agresif hayvanlar rehabilite edilmek üzere bakımevlerine alınmalı, sosyal olanlar ise yüzyıllardır alışılageldiği üzere insanlarla bir arada yaşamalı.
Erken dönem kısırlaştırmanın hayvanların davranışları üzerinde olumlu bir etkisi olduğu bilinmekte. Oysa son zamanlarda kısırlaştırmanın agresyonu engellemediği ve bu hayvanların öldürülmesi gerektiği yönünde argümanlar öne sürülmekte. Konuyla ilgili Prof. Dr. Tamer Dodurka’nın şu ifadelerine kulak vermekte fayda var:
“Kamuoyunda gittikçe yayılan bir algıyı düzeltelim. Sadece kısırlaştırmayla agresif köpekler tedavi edilebilir diye bir iddiamız yok. Kısırlaştırma erkek köpekler arasındaki rekabetçi davranışları azaltabilir ve bazı olumlu davranışlara neden olur ki bu serbest gezen hayvanlar için elbette çok önemlidir. Ancak çoğu agresyon türüne etkisi olmadığı gibi en fazla fayda ergenlik çağı öncesinde yapıldığı takdirde elde edilir. Geç yapıldığı sürece hayvan birtakım agresif davranışları öğrenmeyle kazanır ve bu aşamadan sonra kısırlaştırmanın bu davranışlara fazla bir faydası olmaz. Diğer bir nokta da şudur: Tahrik edildiği takdirde köpek de insan da saldırgan davranışlar gösterebilir. Bu bir doğal savunma reaksiyonu olup böyle köpekler agresif olarak nitelendirilemez. Agresyon teşhisi anlık davranışlar gözlemlenerek değil ancak bir takım testlerle ortaya konulabilir ve tedavisi de istisna durumlar haricinde davranış tedavisi dediğimiz yöntemlerle mümkündür.”
Dolayısıyla, insanlar tarafından tahrik edilen, şiddete maruz kalan hayvanlara bakıp kısırlaştırmanın faydasız bir yöntem olduğunu savunmak bilimsel bir yaklaşım değil. Üstelik bırakın sosyal olanlarını, agresif hayvanların öldürülmesi de teklif dahi edilmemelidir çünkü rehabilitasyonu mümkündür.
Yine bilimsel makaleleri incelediğimizde, sokak köpeklerini hızlı bir müdahaleyle şehirden soyutlamanın sonucunda, şehir ekosistemindeki dengenin halk sağlığını da tehdit edecek şekilde bozulacağını öğreniyoruz. Sokak köpeklerinin katledilmesi veya barınaklara hapsedilmesi, tıpkı kuş gribi salgınında çok sayıda tavuğun öldürülmesiyle yaşanan kene sorunu gibi farelerden kuşlara, böceklerden sürüngenlere, birçok canlının sayısında ani dengesizlikler görülmesine ve salgın hastalıkların yayılmasına sebebiyet verebilir. Yani zoonoz hastalıklar ortaya çıkabilir.
İşin tuhaf yanı, köpekleri katletmenin gerekçesi olarak kuduz riskinin varlığını gösteren yetkililer, bu uygulamanın kuduzu daha fazla tetikleyeceğini bilmiyorlar mı? Aşılı hayvanların öldürülmesiyle boşalan sokaklar kısa zamanda kırsaldan gelip bu alanlara yerleşen köpeklerle dolacak, evcilleşmemiş ve yaban hayatla teması olan bu köpeklerle birlikte saldırı ve kuduz vakalarında artış gözlenecek. Diğer yandan, hükûmet kanadından gelen son açıklamalar sadece kuduz riski olan ve agresyon sergileyen hayvanların öldürüleceğine yönelik. Bu açıklamanın hayvan korumacıların yüreğine su serptiğini söyleyemeyiz çünkü toplu itlafların kılıfına uydurulmaya çalışıldığına dair müthiş bir güvensizlik yaşıyorlar.
Söz konusu memleketimiz olunca, tuhaflıklar silsilesi bitmiyor tabii. Mütedeyyin ve muhafazakâr geçinen kesim hayvanlara merhametle ilgili onca ayete rağmen itlaf çığlıkları atarken, yüzyıllardır hayvanlarla birlikte yaşama kültürüne sahip toplumumuzun geleneklerini ayaklar altına alıp bırakın kültürümüzü muhafaza etmeyi, bir anda en azılı Batıcı kesilip Avrupa’daki itlaf uygulamalarını örnek gösterebiliyor. Milliyetçiliğiyle, vatanseverliğiyle övünen belediye başkanları tıpkı bir sömürge valisi gibi “Avrupa’da sokak hayvanı yok” cümlesini rahatlıkla sarf edip doğru düzgün kısırlaştırma yapmadığı hâlde kısırlaştırmanın çözüm olmadığını savunabiliyor, sorumluluğu da hayvanseverlerin sırtına yüklüyor: “Hayvanseverler alsın, kendi baksın!”
Sayın belediye başkanlarına hatırlatmakta fayda var, hayvanseverlerin bir belediye kadar bütçesi yok, belediyenin görevlerini üstlenmek gibi bir mecburiyeti de yok. Belediyeler kendilerine ayrılan bütçeyi birilerini zengin etmek için değil de toplum yararına kullanırsa bu sorunun çözülmemesi için bir sebep yok.
Konunun hep insan türüne mensup taraflarını değerlendirdik, bir de hayvanların açısından bakalım. Kendinizi bir yavru köpeğin yerine koyun. Kaçak yollarla bir bavulda uyutularak ülkeye sokuluyorsunuz, yolda kardeşleriniz ölmüş, siz hasbelkader hayatta kalmışsınız. Art arda çiftleştirilip yavrulatılıyorsunuz, yavrularınız doğar doğmaz sizden koparılıyor. Aşılanmadan satılan yavrularınız da sahiplerinin elinde can çekişerek ölüyor ama siz haberlerini alamıyorsunuz tabii. Sürekli doğurmaktan kansere yakalanıyor ve sokağa terk ediliyorsunuz. Belki de sizi alan kişi hevesini aldıktan sonra sıkılıp sokağa bırakıyor. Sonra çetin bir yaşam mücadelesi başlıyor. Açlık, susuzluk, soğuk... Bazısı taş atıyor, bazısı sopayla vuruyor, bazısı tecavüz ediyor. Bir arabanın altında kalarak kurtulabiliyorsunuz sadece bu acımasız dünyadan. Sanki kendi tercihinizmiş gibi bu hayat, hep istenmeyen ve nefret edilen olarak göçüyorsunuz dünyadan. Ve insanlar utanmadan hep üstün ve vicdani anlamlar yüklüyorlar kendi türlerine: İnsanca, insancıl, insani...
Sözün özü, hayvanlar da tıpkı insanlar gibi acı çekmemekte çıkarı olan canlılardır ve ötenazi sadece rıza ile gerçekleşen, tedavisi mümkün olmayan ve çok acı çekildiği durumlarda insanlara yönelik bir uygulamadır. Hayvanları “uyutmak” için önce vicdanları uyutmak gerekir. Oysa bu halk hayvanları can dostu bilen, vefalı, vicdanlı insanlardan oluşur ve buna izin vermez.
Bu hatadan bir an önce dönülmeli, bilimin ve vicdanın ışığındaki uygulamalar ivedilikle hayata geçirilmelidir.