Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün “Şahsi meselem” olarak tanımladığı Hatay’ın ana vatana dahil edilmesi, ülke gündemini domine eden Türkiye Suriye ilişkilerinin tarihsel süreci Prof. Dr. Hüseyin Bağcı, Prof. Dr. Serhat Erkmen, Dr. Öğretim Üyesi Nuri Salık tarafından tartışıldı
NAZ AKMAN/ANKARA- Türk-Amerikan Derneği ve Dış Politika Enstitüsü, Cumhuriyet’in 100. yılı kapsamında Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamı boyunca mücadele verdiği Türk milletinin geleceği ve Türk yurdu ekseninde iç ve dış politikayı en çok meşgul eden Hatay meselesini masaya yatırdı. Prof. Dr. Hüseyin Bağcı, Prof. Dr. Serhat Erkmen, Dr. Öğretim Üyesi Nuri Salık’ın katkılarıyla Hatay’ın ana vatana dahil edilmesi mücadelesi, ülke gündemini domine eden Türkiye-Suriye ilişkilerinin tarihsel dönüşümü irdelendi. Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Bu benim şahsî meselemdir. Durumu büyükelçiye, daha başlangıçta, açıkça ifade ettim. Dünyanın bu durumunda, böyle bir meselenin Türkiye ile Fransa arasında silahlı bir çatışmaya sürüklenmesi kesinlikle mümkün değildir. Fakat ben, bunu da hesaba kattım. Kararımı vermiş bulunuyorum. Şayet ufukta, bu yolda binde bir ihtimal belirse, Türkiye Cumhur reisliği’nden ve hatta Büyük Millet Meclisi üyeliğinden çekileceğim. Bir fert olarak bana katılacak birkaç arkadaşla beraber Hatay’a gireceğim. Oradakilerle el ele verip mücadeleye devam edeceğim. 40 asırlık Türk yurdu düşman elinde esir bırakılamaz. Hatay benim şahsi meselemdir. Hatay benim namusumdur. Hatay’ı mutlaka alacağım” dediği Hatay, 29 Haziran 1939’da oybirliğiyle Türkiye’ye katıldı. Bağcı, “Arap milliyetçiliğinin kalbi Suriye’de atar” “Türkiye’nin öncelikli konusu ekonomi değil güvenliktir, Türkiye’de güvenliğin ön planda olduğu bir süreç yaşıyoruz” diyerek oturumu başlatan Prof. Dr. Hüseyin Bağcı, “Suriyeli mülteciler ve sığınmacılarla meşgul olmaktan asıl olayı kaçırıyoruz. Suriye’nin tarihsel olarak Osmanlıdan günümüze önemini bilmek lazım. Arap milliyetçiliğinin kalbi Suriye’de atar. Arap dünyasındaki rejimler arasındaki Suriye ve Irak’ın önemli rolleri var. Dolayısıyla Suriye’nin yapısını anlamak, Lübnan’ı bilmek önemlidir” dedi. Salık, “İkili çıkarlar gözetilince ilişkilerde yumuşama ve uzlaşma zemini oluşabilir” 2010 yılında patlak veren Arap Baharıyla birlikte Türkiye-Suriye ilişkilerinin gündemi domine ettiğini ifade eden Dr. Öğretim Üyesi Nuri Salık, Türkiye-Suriye ilişkilerinin tarihsel, yayılımcı ve ideolojik faktörlere bağlı etki gösterdiğini söyledi. Salık, “İki ülke arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı serüvene sahip. Genel kanı iki ülke arasındaki ilişkilerin problemli olduğu yönünde. İlişkiler tarihsel koşullar tarafından şekillendiriliyor. Türkiye Suriye’yi 400 yıl vilayeti olarak yönetti. 1980 sonrasında terör örgütü PKK meselesiyle ikili ilişkilerin kriz sarmalına girebildiği söylenir. İki ülke birbirlerinin ulusal çıkarlarını gözetliyor, ikili çıkarlar gözetilince ilişkilerde yumuşama ve uzlaşma zemini oluşabilir” diye konuştu. “Suriye içindeki bu dönüşümler Türkiye’yle ilişkilerini de doğrudan şekillendirdi” Suriye-Arap milliyetçi ideolojisinin Suriye-vatanı tahayyülünün şekillenmesinde, Arap milliyetçi elitleri ve Suriye toplumunun farklı kesimleri ile Fransız manda idaresi arasındaki ideolojik ve siyasi iktidar mücadelesinin kurucu rolünü üç tarihsel döngü üzerinden açıklayan Salık, Suriye’deki politik elitlere ilişkin bilgiler vererek, “Suriye’deki politik elitlerin duruşunu üç tarihsel döngü üzerinden açıklamayı tercih ediyorum. 18’inci yüzyılda başlayan 1963 yılına kadar devam eden sosyo-politik ve ekonomik düzen içinde şekillenen elitler, 1960’lı yıllarda ortaya çıkan ve daha çok kırsaldan gelen heterodoks dini kimliklere bağlı askeri elitler. Arap baharına kadar bu döngü bir şekilde devam etti. Suriye içindeki bu dönüşümler Türkiye’yle ilişkilerini de doğrudan şekillendirdi. Kurtuluş Savaşı’nı verdiğimiz dönemde güneydoğu Anadolu bölgesinde bulunan milli mücadele örgütleri ile yerel direniş örgütleriyle Suriye’de faaliyet gösteren Türkiye’nin operasyonlar neticesinde ele geçirdiği topraklarda faaliyet gösteren direniş örgütlerinin ciddi anlamda ilişkileri olduğunu biliyoruz” dedi. “Sandler Raporu, Türkiye’nin Hatay’ı tekrar ana vatana katması açısından kritik” İki ülke arasındaki başlıca üç soruna da değinen Salık, “İkili ilişkilerin antagonizma üzerinden okunduğu söyleniyor. İki ülke arasındaki üç sorun; Hatay meselesi, su sorunu ve PKK terör örgütü. Hatay meselesi aslında Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından ortaya çıkıyor. 1921’de imzalanan Ankara İtilafnamesi’yla beraber Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları taviz vermek zorunda kalıyor fakat bu stratejik bir taviz. İtilafnameye konulan Hatay’ın resmi dilinin Türkçe olduğu ve özel bir statüsünün olduğu resmi bir anlaşmayla kabul edilmiş oluyor. Bu da Atatürk’ü zihninde Hatay’ın bir gün bir şekilde ana vatana geri katılacağının göstergesi olarak okunabilir. 1923 yılında Lozan Anlaşması’nda Hatay ciddi anlamda tartışma konusu, Hatay’da yaşayanlar meclise dilekçeler göndererek ana vatana katılmak istediğini belirtiyor. Atatürk ‘endişelenmeyin 40 yıllık Türk yurdu kimseye esir kalmaz’ diyor. 1930’larda uluslararası konjonktürün değişmesiyle beraber Türkiye’nin Hatay meselesini yeniden değerlendirmesine neden oluyor. Fransa’yla anlaşma imzalanarak Hatay’ın özerk bir bölge olduğu kabul ediliyor. Sandler Raporu Türkiye’nin Hatay’ı tekrar ana vatana katması açısından kritik bir rapor. Uluslararası kamuoyunda Hatay’ın Türkiye’nin bir parçası olduğunu bu rapor oluşturuyor. Fransızların seçimi sabote etmesi ilişkileri diplomatik açıdan uzaklaştırıyor, Atatürk, Türk askerini sınır bölgesine koyarak gerekirse askeri güce başvuracağına dair bir güç gösterisinde bulunuyor. Atatürk’ün vefatından sonra Hatay 1939 yılında nihai olarak ana vatana katılıyor. Bu Türkiye-Suriye ilişkilerinde ciddi bir kırılmaya neden oluyor. 1946 yılında bağımsızlığını kazanan Suriye, Hatay’ı geri almak için birtakım kampanyalar başlatıyor. Öte yandan Suriye, 1950’li yıllarda Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğinin en canlı göründüğü ülke haline geliyor. Rusya ile ilişkilerin kurulması, Baas Partisi’nin popülitesini artırması, 1958 tarihinde iki devletin tek bir devlet çatısı altında birleşmesi ve Bass Partisi öncülüğünde Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruluyor” bilgisini verdi. Erkmen, “Ankara ve Şam birbirleriyle olan ilişkilerini her zaman bir güvenlik meselesi olarak görmüş” Türkiye- Suriye ilişkilerinin 1960’tan günümüze olan sürecini değerlendiren Prof. Dr. Serhat Erkmen, Ankara ve Şam’ın birbirleriyle olan ilişkilerini güvenlik meselesi olarak gördüğünü söyleyerek, “Hatay’ın ana vatana katılabilmesi için Türkiye ile hareket eden bölge halkı sadece o zamanın Türkiye’ye yakınlık duyanları değil, Hatay’ın Türklerinden ibaretti. 1970’lerin sonunda Suriye’de başlayan Müslüman kardeşler ayaklanması olarak bildiğimiz ayaklanma klasik anlamdaki Müslüman kardeşler değildir, İslami cihata yakın kanadın başlattığı ayaklanmanın faaliyet gösterdiği yerler, en güçlü olduğu yerler ve en çok baskıya uğrayıp öldürüldüğü yerler 2011’den sonra olayların başlangıçtaki merkezi oldu. Hatay’ın ana vatana katılmasından sonra unuttuğumuz bazı şeyler oldu; Suriye’de demografik yapı değiştirildi, İstisna olan Hatay ve çevresi, orada nüfus sürekliliği kendini koruyor. Ankara ve Şam birbirleriyle olan ilişkilerini her zaman bir güvenlik meselesi olarak görmüş, güvenlikle ekonomik çıkarlar yan yana geldiğinde güvenliği tercih edegelmişler” diye konuştu. “Türkiye-Suriye arasındaki karşılıklı güvenlik tehdit algılanmaları uyanmaya başladı” “2011 sonrasının ilk altı yılı kabaca varsayılan bir fırsatın harekete dönüştürülme yılları” diyerek 2000’li yılları anlatan Erkmen, “80’li yıllar ve 2000’ler arasında birtakım başka tarihsel süreklilikler de vardır. En önemlisi Türkiye’nin Suriye’deki en temel güvenlik algılarından PKK terör örgütünün bu ülkeyi farklı amaçlarla kullanmasıydı. Sınırın öbür tarafında devletten devlete bir muhatabınız yoksa sınırın karşı tarafını kontrol altında tutamazsınız. Türkiye bu zihniyeti yeniden kazandığı andan itibaren Şam’la ilişkilerinde eski güvenlik kodlarına geri döndü, bir noktadan sonra Türkiye-Suriye arasındaki karşılıklı güvenlik tehdit algılanmaları uyanmaya başladı. 1980’lerden alıp getirdiğinizde güvenlik algılanmaları uyandığında birbiriyle paralel hareket eden iş birliği olasılığı artan fakat tehdit algılanmaları birbirinden uzaklaştığında acımasızca birbirine giren devret aktörü var. Sorunların çözümü için devletlerin karşılıklı olarak oturup sorunu çözmesi gerekiyor, devlet dışı aktörlerle problemler çıkarabiliyorsunuz, sorun çözemiyorsunuz” dedi.
Editör: Ahmet Ertüm