Emel Zalaltuntaş
Çağın en büyük hastalığı, başarı üzerine kurulmuş bir hayat isteğidir. Hayatın anlamı başarıda değil özgürlüktedir. Sadece başarı için yaşayan insanlar, köle ruhludurlar, özgür olamazlar. - Jean Jacques Rousseau
İnsanlar arasında sanki bir duygu alışverişi vardır. Daha çok sevilmek, değerli hissetmek, saygı görmek için aslında hiç de bize ait olmayan davranışlar sergileyebiliriz ve bu davranışları var olduğunu sandığımız duygusal boşluklarımızı doldurmak için yapıyor da olabiliriz.
Bizim toplumumuzda, hayatın anlamı mutlu olmaktır ve mutlu olmak istiyorsan, başarılı olmak zorundasın, bunun başka bir yolu yok şeklinde dikte edilmiştir. Oysa bir insanın hayatın içinde kapladığı yer sadece işiyle, gücüyle sınırlı olmamalıdır. Kendin olarak, hayatın içinde ne kadar varsın? Sen kusursuz bir bütünün parçasısın ancak bu bütünün içindeki varlığın şahsına münhasır olmalıdır. Bizler kendi hayatlarımızı yaşarken, hayatımız boyunca binlerce insanla temas halindeyiz. Seçtiğimiz veya seçmediğimiz birçok şey sadece bizim değil bizimle iletişim halinde olan insanlarında hayatını etkilemektedir. Hayatımız, tecrübe edinerek dönüşmemizi sağlayan binlerce deneyim sonucu oluşur ve biz her gün farkında olarak veya olmayarak dönüşürüz. Hayatın içinden geçerken yaşadığımız deneyimleri karşılama biçimimiz iki türlü olabilir; ya yaşadıklarınızı talihsizlik, şanssızlık olarak yorumlar ve yaşadıklarınıza isyan edersiniz ya da bunun neden yaşandığı ile ilgili doğru soruları kendinize sorarak, cevap bulmaya çalışırsınız. Ne yapmak istiyorum, gerçekte kimim, sevilme, değer görme çabam olmasa yine bu şekilde davranır mıydım veya yaptıklarımı yapar mıydım gibi sorular kendinize dair cevaplar bulmanızı sağlayabilir. Sanki düşüncelerimizin tutsağı gibiyiz değil mi, kaybetmeye tahammülümüz yok, sürekli bir kazanma arzusu veya haz peşindeyiz. Oysa hayatın anlamı özgürlükte gizlidir. Özgürlüğün tanımını istediğinizi yapabilmek gibi düşünüyor olabilirsiniz peki istemediklerinizi de aynı gönül rahatlığı ile yapmayabiliyor musunuz?
Hayatı nasıl yaşamak istediğimizle ilgili çok da özgür kararlar aldığımızı düşünmüyorum ya da bir süre bu farkındalık içerisinde olmuyoruz. Zamanla edinilen tecrübeler, seçimlerimiz ve sonuçları bir süre sonra bizi bir karar alma noktasına getiriyor olabilir ancak o zamanda bunu anlamak için neden bu kadar geç kaldım diyerek kendimizi suçlayabiliriz. Aslında fark ettikten sonra seçimlerinizle, mutlu bir insan olarak, kendinizden razı halinizle topluma da yararınızın üst seviyede olduğunu sizde göreceksiniz. Mutluluk bence insanın kendisiyle kavga etmediği bir yaşam biçimine sahip olması ile ilgili bir oluş hali diye düşünüyorum; her ne kadar biz bunun kaynağını dışarıda arasak ta tüm mesele kusursuz, eksiksiz ve tamamlanmaya ihtiyacımız olmadığını anladığımızda anlaşılıyor. Kendini seven, kendini saygın bulan, kendine değer veren, kendini takdir eden, seçimlerinin arkasında duran ve sonuçlarını kabul eden bir kişinin, önce kendisiyle sonrada çevresiyle bir derdi kalmaz diye düşünüyorum. Çünkü çakma bir kimlik ile bunları dışardan karşılamaya çalışan kişinin, en büyük sorunu kendi ile verdiği savaştır. İç dünyasında savaş halinde olan birinin dış dünyada başarıyı, mutluluğu, hayatın anlamını yakalama şansı sizce ne kadardır?
Çakma kimlikle yaşamaya çalışmak yüksek beklenti göstergesidir. Peki kaynağı dışarda arayan biri sizce her zaman beklediği yaklaşımı, tatmin olabileceği düzeyde yaşayabilir mi? Hiç kimse yaradılışına aykırı bir kimlikle, samimi ilişkiler kuramaz çünkü altta yatan sadece alma arzusudur, beklentidir. Hesapsızca almayı beklemeden vermek, sevilmek için çaba sarfetmeden sevmek, kendine iyi geleni seçmek ve onunla meşgul olmak, kendine iyi gelmeyen işi, eşi, arkadaşı seçmek zorunda olmadığının farkında olmak kişiyi, özgürlüğe götürecek küçük egzersizler gibi düşünülebilir.
Bilmek başka, bulmak başka, olmak bambaşkadır. - Mevlana