Yusuf Kanlı
Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde büyük bir hayal kırıklığı yaşayan Türkiye’de otokrasiden demokrasiye dönüş beklentisi içindeki toplum katmanları, 31 Mart seçimiyle moral buldular. Ülkenin çok partili döneme geçmesinden bu yana ender görülen bir şekilde ana muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi'nin kazandığı şaşılacak derecede yüksek sayıdaki belediye başkanlıklarının yanı sıra sandıktan birinci parti çıkması, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin elindeki büyük kentlerle birlikte birçok şehirde hem belediye başkanlıkları hem il meclis seçimlerinde hezimete uğraması 31 Mart 2024 seçimini çok özel yaptı.
Gönül, keşke 14-28 Mayıs seçimleri de böyle olsaydı dese de, demokrasilerde halkın oyunu şartsız kabul etmek esastır. Neler yanlış yapıldı da mayıs sonucu öyle oldu ama sadece dokuz ay arayla halk iktidara bu kez bu kadar sert bir ders vermeye yöneldi? Elbette ki ana etkenin ekonomi olduğunu herkes teslim edecektir. Ancak, mayıs ayında durum çok mu farklıydı? Demek ki başka bazı unsurlar da var.
Emekliden “Yeter gari” feryadı
Öncelikle rahmetli Süleyman Demirel’in veciz şekilde söylediği gibi “boş tencere her iktidarı götürür” savı geç de olsa tecelli etti. Memurlara seyyanen zam yapılırken emeklilerin bundan muaf tutulup ulûfe gibi beşer bin lira verilmesi, yetmezmiş gibi asgari ücrete bile bir yılda üç kez artış yapmak zorunda olunduğu ekonomik çöküş ortamında, Erdoğan’ın bütçe gereklerini ortaya koyarak ekonomide sorunlar açacağını söylemesi, hazinenin emekliye seyyanen zam verilmesi yükünün altından kalkamayacağını söylemesi sanırım bardağı taşıran damla oldu. Bu sonuç bu anlamda emeklinin Erdoğan’a net “Yeter gari” feryadıdır.
Gazze-İsrail sıkıntısı
Her ne kadar Türkiye halkının laik katmanlarında o kadar etkili görünmese bile İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımsal saldırılarına rağmen Türkiye’den sadece gıda maddeleri değil savaşta da kullanılabilecek malzemelerin ihracatının devam etmesi, üstelik muhalefetin bu ihracatlarda iktidarın önde gelenlerine ait şirketlerin ve gemilerin kullanıldığını sıklıkla gündeme taşımasının AKP tabanında çok ciddi bir kırılmaya neden olduğu görüldü.
Seçim gecesinde bir televizyon stüdyosunda sohbet imkanı bulduğum önde gelen muhafazakar yazar Abdurrahman Dilipak, niye oy vermeye gitmediğini ikircikli, çelişkili, paradoksal gelişmelerden duyduğu rahatsızlık olduğunu söylediğinde, bir başka önde gelen analist eskiden beri AKP’ye oy vermekte olmasına rağmen ne kendisinin ne de oldukça geniş olan ailesinin sandığa gitmediğini söyleyiverdi. Nitekim, Seçim sonuçları incelendiğinde ancak %77’yi bulabilen sandığa gitme oranıyla mayıs seçimine göre çok daha az kişinin oy verdiği gerçeği görülecektir. CHP'nin ittifaksız girdiği bu yerel seçimde neredeyse genel seçimdeki kadar oy alabildiği ama AKP’nin ciddi bir oy kaybı yaşadığı dikkate alınır ise, AKP tabanında bir depremin, hayal kırıklığının, küskünlüğün oluştuğunu kabul etmek gerekecektir. Sanırım seçim yenilgisini kabul ettiği o yalnız “balkon” konuşmasında Erdoğan da “bir muhasebe yapacağız” derken bunu kast etmekteydi.
Hizmet ödüllendirildi
Tüm iktidar olanaklarının kullanılmasına, devletin sadece makamlarının değil kasasının da iktidar adaylarının emrine verilmesine, özellikle İstanbul’da 17 bakanın ve cumhurbaşkanının AKP adayı Murat Kurum’a destek için sahada aktif görev almalarına rağmen iktidar büyük bir hezimet yaşadı. Ankara’da Mansur Yavaş’ın rekor oyla yeniden seçilmesi, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun büyük zaferi ve 32 ilde yaşanan büyük değişim başarılı Cumhuriyet Halk Partisi belediyeciliğinin, hizmetin ödüllendirilmesinden başka neyi gösterebilir?
Kısa süre içerisinde AKP bu zaferi küçük göstermeye çalışarak CHP’nin Kürt oyu desteğiyle bu noktaya geldiğini söyleyebilir. “DEM’li sohbetler" tekrar gündeme taşınabilir. Evet, doğrudur. CHP, Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) ile organik bir seçim ittifakı kurmasa da “Türkiye ittifakı” içerisinde sadece DEM değil, birçok diğer parti, bu arada artık tarih olma sürecine giren İYİ Parti'nin seçmeni de vardı.
Hep söyleriz: Elinde çekiç olan ve her konuyu güçle çözmeye alışanlar, her şeyi çivi gibi görme eğiliminde olurlar. Seçime giderken bile Erdoğan güç kullanarak Kürt konusunu, Suriye ve Irak’taki olası operasyonları konuşuyor, kararlılığını vurguluyordu. Sanki “açılım süreci” hiç olmamış, bir dönem elinde silah dolaşan teröristleri “eylem yapmadıkları sürece görmeyin” diye talimatlar verilmemiş gibi.
Yeni açılım geliyor mu?
Bugün mevcut siyasi gerilim ortamında AKP’nin yeni bir açılım yapması Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) bagajından kurtulmasına, yeniden demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, ifade özgürlüğünü ve hatta basın özgürlüğünü hatırlamasına bağlıdır.
Ekonominin içinde bulunduğu derin çukurdan çıkabilmesinin tek yolu doğrudan yabancı yatırımının yani foreign direct investment (FDI) konusunun tekrar canlanmasıdır. FDI diye kısaca bahsedilen bu konu özellikle “şahsımın adaleti” konusu sürdüğü sürece mümkün olmayacaktır. En temel yargı organı olan, kararları anayasal olarak ülkedeki herkesi ve her organı bağlayan Anayasa Mahkemesi bile bir anlamda anlamsız kılınıp yargısı uygulanmaz olmuş ise adaletten bahsetmek mümkün olamaz.
Yabancı yatırım şart
Eğer swap ya da emanet hesaplarıyla Körfez ülkelerinden alınacak beş-on milyar dolarla sorunlar çözülebilse ne iyi olurdu ama maalesef hayat o kadar kolay değil. AKP iktidarı FDI mecburiyetindedir. FDI da her gün Avrupa, ABD ile kavga eden, tüm komşularıyla sorunlu, yargısı “şahsıma” bağlı, basını susturulmuş, toplumsal muhalefeti “terörist” olarak gören bir yönetime sahip ülkeye gelemez. Gelirse de çok avantajlı koşullarla gelir. Herkese de bizim o meşhur “beşli” grup gibi özel şartlar, garantili ihaleler vermemiz herhalde tam iflastan başka bir sonuç getirmez.
Nasıl defterden silinen Yunan başbakanı koşullar gereği en iyi dost ilan edilip, ayağına kadar gidilip yanağına öpücük kondurulabiliyor ise, veya nasıl dünkü darbeci arkadaş bir anda makbul olup Mısır’a ziyaret yapılabiliyor ise, 2002-2013 dönemi de hatırlanabilir, tekrar kapsayıcı demokrat gibi davranılabilir. Hatta Kürt açılımı bile tekrar yaşanabilir.
Kıbrıs ve gümrük birliği
Türkiye’nin gerek Avrupa Birliği gerekse de ABD ve İngiltere ile ilişkilerinin önündeki en önemli sıkıntılar görmeyi reddetsek de ifade ve basın özgürlüğü sıkıntıları, hukuksal sorunlar ve elbette ki Kıbrıs sorunudur. Tüm bu alanlarda iyileştirme bugünden yarına elbette ki mümkün olmasa da adım atılmaya başlanmaması sıkıntıları artıracaktır. Kıbrıs görüşmelerinin tekrar başlaması konusunda ABD, AB ve diğer müttefiklerinden gelen baskılara rağmen ne yapılacağı 31 Mart sonrasına bırakılmıştı. Her ne kadar “iki devletli çözüm” vurgusu devam etse ve yakın bir sürede bu konuda kapsamlı bir değişiklik mümkün olmasa da en azından görüşmelerin başlamasına yönelik bir elastikiyetin gösterilmesi sanırım kaçınılmaz olacaktır.
Öte yandan, Türkiye hızla Avrupa Birliği ile gümrük birliğinin kapsamını artıracak çalışmanın tamamlanabilmesi için gerekli adımları atmalı, cesaretle anomalilerden sıyrılmalıdır. IMF veya Dünya Bankası ile bir düzenleme içerisine girmeyi reddeden ülkemizin en azından AB ve ABD ile ilişkilerindeki “hep gergin, tam gergin” ergen politikasından sıyrılmasının zamanı çoktan gelmiştir.
Evet, açılım şart
Erdoğan bu seçimden bir şeyler çıkarmak ve olası bir erken seçim baskısından da kurtulmak istiyor ise bir dönem daha başkanlık için hayal ettiği o Anayasa değişikliğini unutmalı; onun yerine Türkiye’nin önünü açacak kapsayıcı, evrensel hukuka uyumlu, Kürt asıllı vatandaşlarımızın taleplerini de gözetecek, ulusal birliğimizden ve toprak bütünlüğümüzden ödün vermeyen ama temel demokrasi eksikliği konularını giderecek kapsamlı bir reform başlatmalıdır. Yoksa “balkon” konuşmasında “dört yıl seçim yok” demekle erken seçim önlenemez. Aksine, seçim diş macunu gibi bir şeydir, bir kez tüpten çıktı mı, artık dönüşü yoktur.
31 Mart akşamı seçim sözünü Erdoğan tüpten çıkardı.