Çorum'da çıkan kavgada bir kişi silahla yaralandı Çorum'da çıkan kavgada bir kişi silahla yaralandı
Haber: Erva Gün Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Türkiye’de yaşayan göçmenler, seçim bildirgelerinde ve kampanyalarda önemli bir konu olarak karşımıza çıktı. Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu öncesinde milliyetçi ve göçmen karşıtlığı söylemler, siyasetin diline hakim olarak seçim kampanyaları gerçekleştirildi. Göç İdaresi Başkanlığı’nın 24 Mayıs 2023’te açıkladığı rakamlara göre, geçici koruma kapsamında Türkiye'de bulunan Suriyeli sayısının 3 milyon 381 bin 429 olduğu belirtildi. Uluslararası koruma kapsamındaki yabancıların ise 300 bin 720 kişi olduğu ifade edildi. Uluslararası koruma kapsamındaki yabancıların 300 bin 720, ikamet izniyle kalan yabancıların ise 1 milyon 308 bin 514 kişi olduğu ifade edildi. Böylece Türkiye'deki yabancı sayısının resmi açıklamalara göre toplam 4 milyon 990 bin 663 olduğu kaydedildi. Türkiye’deki göçmenlerin ve uluslararası koruma kapsamındaki yabancıların durumunu ve milliyetçi söylemlerin etkilerini Göçmen Sendikası Girişimi’nden Meltem Akbaş ve Burak Bilgiç 24 Saat'e değerlendirdi. Göçmen karşıtlığı her dönemde farklı olaylarda görünür oluyor. Seçim sürecinde bu karşıtlık nasıl görünürlük kazandı? Meltem Akbaş: Görünürlük olması hususunda ne olduğunu söylemek için henüz erken olabilir. Deprem sürecinde Elbistan’da veya Hatay’da zaten hali hazırda onların üzerinde var olan ve deprem süreciyle iyice açığa çıkan milliyetçi söylem seçimlerden önce de kendisini gösteriyordu. Orada bir izolasyon, yalnızlaştırma ortaya çıkmıştı ve bu halde güven inşası da zor oluyor. Burak Bilgiç: Deprem döneminde hayatı tehlikedeyken bile yardım istemekten, görünür olmaktan korkma durumu var. Mümkün oldukça kendi komüniteleri içine kapanmış, olabildiğince görünmezliklerini vurgulamaya, devam ettirmeye çalışan bir toplumsallaşma eğilimi var. Bunun siyaset üretmek açısından da çok ciddi sıkıntılar doğurduğu ortada. Sınıf üzerinden kurulabilecek bir örgütlenmeyi ya da ortaklaşmayı olanaksız kılan faktörlerin başında da bu geliyor. Kendi komüniteleri içerisine kapanıyorlar ve yerli işçilerle, yerli diğer marjinalize edilmiş gruplar ile birlikte olmaları tamamıyla olanaksızlaşıyor. Meltem Akbaş: Elbistan’da bir kadının dört tane çocuğu var ve yemek almak istiyor. Kumanya dağıtılıyor ve o sırada bir çocuğuna kumanya alabiliyor sadece. Diğer çocuklarına vermiyorlar zaten. İnsanlardan, ‘Bu kadar çocuk niye doğurmuş? Doğurmasaymış’ şeklinde tepki alıyor. Zaten bir süre sonra da AFAD onların çadırlarını daha izole bir yere ayırmış. Devlet bu insanları kendisi izole etmiş olmuyor mu? Meltem Akbaş: Tabii ki bunu yapıyor. Oradaki o kadına ulaşmak için AFAD yetkililerinden izin almak gerekiyor ki ulaşmak da çok zor o insanlara. Çadırlarda zaten çok kötü şartlarda kalıyorlar, ekstradan göçmen olmanın verdiği bir izolasyon da var insanların üstünde. Deprem sürecinde bunları görmüşken özellikle seçimlerden sonra mesela o bölgelerde neler oluyor bizim için hala bir soru işareti. Deprem bölgesinde, özellikle Hatay’da yerli Araplar var. Enkazdan çıkarılırken Arapça yardım isteyenler medyada da sık sık yer buldu. Burada göçmenlerin varlığından ziyade dilin kendisinin varlığı bile bu insanların izole edilmesine neden olmuş mudur? Meltem Akbaş: Hatay özelinde, oranın demografik yapısını bilmeyen biri için bu büyük bir şok aslında. Sokakta, çoğu yerde Arapça konuşuluyor. Ümit Özdağ’ın o dönemde Hatay özelinde ‘Suriyelileri yerleştirecekler, her yer Suriyeli’ gibi paylaşımları vardı. Halbuki Hatay’ın zaten kendi demografik yapısı bu şekildeydi. İstanbul veya Ankara’dan baktığın zaman şunu hiçbir zaman bilemiyorsun; bir mahallede Nusayriler var ve eğer böyle bir ortamda büyümediysen bunun bilincinden çok uzaksın. Otomatik olarak bir insanın Arapça bilmesi bile izole olması sebebi haline geliyor. Burak Bilgiç: Tabelalarda Arapça yazılar var. Oraya gidenler, ‘Neden Arapça yazıyor?’ diye şaşırıyorlar ama oranın kendi halkının büyük bir çoğunluğu zaten Arapça konuşuyor. Çadır kentlerin ayrılması noktasında da kendini besleyen bir döngü var aslında. Yerli halk tepki gösterebilir ya da şiddet eğilimleri olabilir diyerek insanlar birbirinden ayrılıyor. Milliyetçi söylemin buradan inşa edildiğini söyleyebilir miyiz? Burak Bilgiç: Evet söyleyebiliriz. İnsanlar ayrıldıkları için de bu nefret söylemleri, birbirlerini tanıyamama, diyalog kuramama artıyor. Bu arttığı için tekrar nefret öğütleniyor ve o ideoloji sürekli kendini yaratıyor. İzolasyon ve nefret birbirini besleyerek hem yüksek siyaset düzeyinde hem de toplumsal hareketler düzeyinde kendini besleyen döngü var. Göçmen karşıtlığında milliyetçi söylemi her dönem farklı yansımalarla görüyoruz ama bu söylemin üretilmesindeki temel neden nedir? Meltem Akbaş: Kullanışlı bir politika olması etkili ki zaten dünyanın kalanından da farklı bir durum değil. Avrupa’yı göçmen karşıtlığı söyleminden burası ile çok fazla ayıramayız. Göçmen karşıtlığı üzerinden oluşturulan bir politik söylem ve dil var. İngiltere’de Pakistan kökenli birinin başbakan olması göçmenlerin ilerleyen jenerasyonlarda toplumsal sınıf veya statülerinin değişebileceği örneğini gösteriyor. Bu açıdan baktığımızda da dünya ölçeğinde göçmen karşıtlığı söylemi yön değiştiriyor mu? Meltem Akbaş: Mesela Almanya’da da Suriyeli biri belediye başkanı olarak seçildi. Bir yandan böyle örnekler mevcutken diplomasi düzeyinde baktığımızda AB’nin belirlediği bir şema, göç politikası var ve sende bir noktada buna entegre oluyorsun. Türkiye siyasetindeki bu söylem çok kullanışlı bir argüman oldu. Sonuçta proleterleşen, ekonomik krizi ağır bir şekilde yaşayan halka, ‘Bak işte suçlu o demek’ ve bu söylemi inşa etmek çok büyük kolaycılık. Burak Bilgiç: Genel olarak bu ulusal kimlikler üzerinde bir kriz hali var. Hem sınıfsal çatışmaların derinleşmesi hem kültürel anlamda globalizasyon derken Türkiye özelinde Türklüğün, İngiltere özelinde İngilizliğin performe edilebileceği, bu gururun ‘Türk oğlu Türk’üz’ diyebileceği alanlar gittikçe sınırlanmış durumda. Tekil bir Türklük kimliği ve ondan yaratılabilecek arzu veya gurur da sınırlanmış düzeyde. Bu noktada karşı, dışsal olanın öne sürülmesi asıl kimliği güçlendirmek için de çok kıymetli. Sürekli olarak majör kimliği, ana akım kimliği güçlendirmek için ‘bu değiliz, bizim ötekimiz bu, biz bundan farklıyız’ diyerek bir faaliyet yürütülüyor. Kimlik konusunda İngiltere’de Pakistan kökenli Rishi Sunak ve öncesinde Türk kökenli sayılabilecek Boris Johnson’ın başbakan olması, Fransa’da Suriyeli milletvekili olması gibi örnekler var. Bürokratik alanda insanlar oraya ulaşabiliyor ama toplumsal yaşamda etnik farklılıklar ayrıştırıcı özellik olarak öne çıkıyor. Türkiye’de ise durum her anlamda karşıtlığı barındırıyor. Türkiye’nin tutunmaya çalıştığı bu ‘Türklük’ kimliği geçici bir söylem değil mi? Burak Bilgiç: Saygınlık siyasetinin üretilmesi için Pakistanlıların bir imkana sahip olduğunu görüyoruz. Türkiye’de de göçmen olmamakla birlikte yerli azınlık halklar için de benzer söylemleri görebiliyorsunuz. Turgut Özal, Kürtler için çok klasik bir örnektir ve işte ‘Cumhurbaşkanı bile oldular’ denir. Kürtler bu saygınlık siyasetini üretecek fırsata sahip oldu ve şimdi sırada Suriyeliler var. Suriyeliler de zaman içerisinde bunu üretebilecek. Burada şunu gözlemlememiz lazım; Suriyeliler siyasetinde geri kalırsak, onların hakları savunulmazsa, bu pogromların önüne geçilemezse sıra bir önceki geri gelecek. Bu kazanılmış alanları kaybetmezsek Avrupa örneğinde olduğu gibi bir Pakistanlı başbakan olabilir. Kürt seçmen saygınlık siyasetinde hala kendini ispatlamış değil aslında. Her seçim döneminde rüştünü ispatlamak zorunda bırakılıyor. Toplumsal alanda hala bir ayrımcılık olduğunu düşünüyor musunuz? Burak Bilgiç: Farkı belki şuradan kurabiliriz; Kürtlerin, Türk olma hakkı var. Kürt olarak yaşamıyorlar ama Türkmüş gibi yaşadıkları bir ulusal sınır var. Suriyeliler de bir vadede Türkmüş gibi yaşayabilecekler belki de ondan sonraki aşamada ırkçılık aşamasına gelinecek. İlerleyen dönemde göçmen karşıtlığı söylem olarak nerelere varabilir? Meltem Akbaş: Devletin bu konudaki tavrı dış politikadan çok bağımsız olmayacak. Avrupa’nın Türkiye’ye biçtiği dış politikada bir rol vardı zaten. Bir yandan ekonomik kriz var ve bu insanlar kayıtsız, güvencesiz bir şekilde çalıştırılıyorlar. Bu yönde bir mücadele örülürse en azından insanlar arasındaki bu göçmen karşıtlığının, şehirlerde azalacağına ve diyalog geliştireceğini düşünüyorum. Bir taraf izole kaldıkça diğer tarafta onunla diyalog kuramadıkça sadece göçmen karşıtlığı ve suni olsa da milliyetçi söylem üzerinden reaksiyoner bir yere ulaşıyor. Türkiye’deki Suriyelilerin hepsi ucuz iş gücünde de değil işin gerçeği. İlerleyen dönemlerde bir Altındağ olayını yeniden yaşayabiliriz. Ümit Özdağ’ın dezenformatif açıklamaları deprem sırasında çok ciddi yerlere ve olaylara da vardı. Bu söylem körüklenecek mi dersiniz? Burak Bilgiç: İktisadi kriz derinleştikçe gidişat buraya doğru olacak gibi görünüyor. Sınıfsal ayrımlardan doğan farklılıklar, yerli ve göçmen emekçiler arasında diyaloğun geliştirilmesi ile eritilmesi lazım. İşsizlik şu an hala makul bir seviyede ama bu krizin işsizliği çok daha arttırdığı bir noktaya götürmesi muhtemel görünüyor. Yüksek işsizlik, doğuracağı sınıfsal taban itibariyle faşizan siyasetlerin kaynağıdır. Uluslararası konjonktürelde de Türkiye’nin Suriye’de tampon bölge denilen ama ilhak noktasına vardığı ve sürekli ittirildiği politikalarının AB ve Batı tarafından hangi noktalara kadar kabul görüleceği de çok önemli.