Gazeteci Yıldız Yazıcıoğlu’nun modere ettiği “İzlenme hedefli habercilik gazetecileri nasıl etkiliyor?” başlıklı söyleşinin konuğu Prof. Dr. Hasan Akbulut, gazeteciler üzerinde reyting, bugünkü sosyal medya etkisiyle tıklanma kaygısı kaynaklı baskıyı değerlendirdi. Sinema anlatımı ve iletişim alanında uzman Akbulut, filmdeki kurgusal televizyon kanalı örneğinden gazetecileri ve dolayısıyla habercilik anlayışını etkileyen çalışma ortamındaki baskıları yorumladı. Söyleşinin ardından katılımcılarla birlikte “Şebeke-Network” filmi izlendi.
Network’ün konusu
Paddy Chayefsky tarafından senaryosu yazılan, yönetmenliğini Sidney Lumet’in yaptığı ABD yapımı Network filminde, kurgusal bir ulusal TV kanalı olan UBS ve bu kanalın düşük reytingleri ile mücadelesi konu alınırken televizyon sektörüne eleştirel bir yaklaşımda bulunuluyor. Uzun yıllar UBS Akşam Haberleri isimli programda haber spikerliği yapan Howard Beale’nin hikayesini konu alan film, Beale’in reytinglerinin düşmesi ve meslektaşından iki hafta içerisinde işten kovulacağını öğrenmesi sonrası yaşanan reyting kaygısını anlatıyor. Ana karakter Beale işten kovulması nedeniyle yaşadığı depresyonun etkisiyle canlı yayında intihar edeceğini anons eder ancak reytinglerin tekrar artması sonucu durum kurgusal olarak televizyon yöneticileri tarafından işlenmeye başlar.
“Film medyanın nasıl işlediğini anlatıyor”
İzlenme hedefli gazeteciliği filmin özelinde yorumlayan Akbulut, “Filmi anlayabilmek için o dönemin Amerika’sı ve Hollywood’a bakmak lazım. 1970’lerin yapısına bakınca güçlü bir sol dalga esiyor, Hollywood kendini eleştirmeye başlıyor. Sisteme dönük eleştirilerin Hollywood’a yapıldığını görüyoruz. Film de tek başına ana karakterin başından geçenleri anlatmıyor ancak bu süreç üzerinden medyanın nasıl işlediğini aktarıyor. Ana karakterin reyting alamaması nedeniyle işten çıkarılması üzerine intihar edeceğini duyurması sonrası reytingler bir anda artıyor. Ve kanal yöneticileri bu durumu bir formata çevirmeye çalışıyor. Kahraman, filmdeki hırslı kadın yöneticisinin müdahalesiyle satılabilir bir şeye dönüştürülüyor. Her programda kahraman, seçilmiş kişi olduğunu yansıtıp kitleleri tanrıdan aldığı mesajlarla yönlendirmeye çalışıyor. Bu ilgi çekici bir durum. Bu mesajlar bir noktadan sonra hem Amerikan medyası hem de politikacılar için tehlikeli olmaya başlıyor ve işin rengi değişiyor” dedi.
Kamusal yayıncılık anlayışı bozuldu mu?
1976 yapımı filmin günümüzü ifade eden bir film olduğunu belirten Akbulut, “1970’li yıllara kadar dünyada kamusal yayıncılık anlayışı egemendi, seyirci de buna kamusal yayıncılığa alışıktı. Biz 1990’lardan itibaren özel yayıncılıkla tanıştık o dönemler sunucular yayın esnasında özel hayatından da bilgiler paylaşırdı, bu ilginçti. Günümüzdeki tek geçer şeyin sanki daha mahrem, daha özel ve daha sansasyonel olduğunu görüyoruz. Bu da kamusal yayıncılık anlayışını darmadağın eden bir şey, bir yandan da kamusal insan kavrayışını da berbat eden bir şey” analizinde bulundu.
Saygın şöhretliler ve şöhretimsiler
Akbulut, ekran önünün zaman içinde şöhretleri yaratması durumunun süreç içinde sorunlara neden olduğunu belirterek, “Televizyon, ister istemez şöhretler yaratıyor, birisi kamera önüne geçince şöhret olmaya başlıyor. Bu da kişide narsistik bir doyum ortaya çıkarıyor. Araştırmacılar-psikologlar her insanda narsistik doyumun olduğunu belirtiyor ancak aşırı olduğunda patolojik hal alabiliyor. Sektörde kamera önünde olanların çok daha fazla güçlü bir egosu oluyor, bunu aşamıyoruz. Adeta kendilerini kurum yerine koyabiliyorlar. Bu ciddi bir sorun. 1990’lardan sonra özel televizyonlar, 2000’lerden sonra ise sosyal medyanın getirdiği şeylere bakınca iki kavramı ayırmak gerekiyor. Biri işinde başarılı saygın olan şöhretli olanlar, diğeri ise kötü olan şöhretimsiler. Pek çok değerli gazetecinin çeşitli nedenlerle yerlerinden edilmesi sosyal medya mecralarına sürükleniyor olmaları onları hem yalnızlaştırdı hem de tek bir alanda var olabildikleri için aslında yine o sözünü ettiğimiz şöhret meselesini güçlendirdi diye düşünüyorum” diye konuştu.
“Medya, karakteri öldürüyor”
Gazetecilerin sinemada temsiliyetine de değinen Akbulut, “Medya aslında biraz da görünürlüğün olduğu bir alan. Belli bir alanda çalışıp o alanda uzmanlaşmak çok değerli bir şey. Bu Türkiye’de yanlış anlaşılıyor. Bu durum insanda karakter aşınmasına neden oluyor buna karşı güçlü olmak, direnmek lazım. Network filmi kötü gazetecilik üzerinden yürüyor. 1930’lu yıllarda gazeteciliğin laubali bir doğası olduğu, 1940’lı yıllarda iktidarın gücünün eşsiz bir aracı olduğu, 1950’lerde ise betimleyici kaldığı, 1960’larda ise medyada bir problem olduğu ortaya çıkıyor. 1970’lerde ise daha çok medyanın kurum boyutu-örgüt boyutu dile getiriliyor. Medyada hiçbir şeyin tek başına var olmadığı sistemin gerekliliği olarak işleyişin devam ettiği kavrayışı var. Filmde de ana karakter kendini vuracağını söylemişti ama vurmuyor, kâr getirdiği için mesihvari özelliği kullanılıyor ve en sonunda silahın namlusu kendilerine doğrulttuğunda vakitsiz öten horozu öldürmeye kalkıyorlar; gazetecilerin kararıyla ölüm suikastla gerçekleşiyor ve medya karakteri öldürüyor” dedi.